Otobiyografik öykü
Satrançla ilişkim eskidir, içi boş plastik satranç taşları ve karton tahtadan oluşan ilk takımıma sahip olduğumda 10 yaşındaydım. Satrançla inişli çıkışlı 50 yılı geçkin ilişkimizin sadece 3 saatini anlatacağım, “insan” rakiple oynadığım son satranç oyununun hikayesini…
1990 yılı yaz aylarında “vatani görev” nedeniyle Güneydoğu Anadolu’da bir tugayda tabip asteğmen olarak görev yapıyordum. Haziran ayında üç aylığına, bölgenin büyük illerinden birinin askerlik daire başkanlığı emrine verildim. Görevim Doğu, Güneydoğu bölgesindeki il ve ilçeleri gezerek askerlik şubelerinde ilk yoklaması gelen gençlerin muayenesini yapmaktı. Her ilçe askerlik şubesi, bölgelerindeki askerlik çağı gelmiş gençlere çağrıda bulunuyor, toplanan gençleri ilçenin bir sivil hekimiyle beraber muayene ediyordum. Muayene işlemleri için ilçelerde 1 haftalık süre ayrılmıştı. Pazar öğleden sonra görev yapacağım ilçeye gidiyor, cuma günleri öğleden sonra ayrılıyordum. Görev yaptığım günler boyunca ilçe askerlik şube binalarında bana ayrılan bir odada kalıyordum. Hafta sonlarında bağlı bulunduğum askerlik daire başkanlığının bulunduğu il merkezine gidiyor ve oradaki “oldukça lüks” diye tabir edebileceğim orduevinde konaklıyordum.
Bir cumartesi akşamı orduevinin dinlenme salonunda birer kadeh viski eşliğinde asteğmenlerden biriyle satranç oynuyorduk. Aslında bizimki oynamak değil bir çeşit eğitimdi. Oyun arkadaşım oldukça acemiydi, “kitabi bilgisi” yoktu ve “kahvehane satrancı” diye tabir edilen, taşları tak tuk vurarak tavla gibi oynamayı satranç sanıyordu; neyse ki öğrenmeye açıktı, sonraki yıllarda oldukça geliştirdi kendini. Salon kalabalıktı, bazıları ara sıra yanımıza gelip bir göz atıp gidiyorlardı. Satranç oyununu seyretmek futbol maçı izlemeye benzemez, bağırış çağırış, aksiyon yok, itiş kakış hiç yok. Salondakilerden biri yanımıza oturup izlemeye başladı, tanımıyordum onu, normaldi; sadece hafta sonları geliyor,1 veya 2 gece kalabiliyordum. Oyunumuz kısa sürmüştü, rakibim “yıldırım” oynuyor ve aynı hızla mat oluyordu. Oyunumuz biter bitmez bizi izleyen ben yaşlarda, belki biraz daha genç kişi doğrudan bana bakıp tek kelimeyle sordu:
“Oynar mıyız?”
Yapacak daha iyi bir işim yoktu, elimle karşımda boşalan sandalyeyi işaret ettim. Bir yandan taşları diziyordum, daha yerine oturmadan “bir dakika” diyerek bara doğru yürüdü, kısa süre sonra elinde iki bardakla geldi, birini benim önüme sürdü, bir kadeh viski… Kendisine su almıştı. Gülümsedim ve teşekkür ettim, alkollü içkiler o kadar ucuzdu ki kendimi borçlu ve mahcup hissetmem için sebep yoktu ama yine de davranışı inceydi. Siyah-beyaz taşlar için kura çektik, beyaz bana çıktı; ilk kez oynadığım kişilere karşı siyahı tercih ederdim ama şans işte…
Satrancı ciddiye alırdım, ilk kez oynadığım kişilerin hepsi benim nazarımda Tal[i] ayarındadır, oldukça geleneksel piyon e4 ve e5 hamlelerini yaptık. Tek bir hamleden ne anlayabilirsiniz, çok şey, birincisi rakibim “kahvehane satrancı” oynamıyordu, piyonu iki parmağıyla tutup sessizce e5 karesine koydu, satranca yeni başlamadığı belliydi. İlk düşüncem Af3 yaparak Ac6 hamlesini beklemek, ardından d4 yaparak çok deneyimli olduğum İskoç açılışı oynamaktı. İçimde bir şey dürttü beni; ikinci hamlemde piyon f4 oynadım. Satranç bilmeyenleri sıkmayacağım, yaptığım hamle, satrançta şah gambiti diye tanınan, ustalar arasındaki maçlarda ender kullanılan bir açılıştı. Kullanılmayışının sebebi, iyi bir savunma yapan siyahın, beyazı zor duruma düşürebilecek seçeneklere sahip olmasıdır. Rakibimin e5 piyonuyla f4 piyonumu almasını ve oyunun oldukça iyi bildiğim “kabul edilen şah gambiti” olarak ilerlemesini bekliyordum. Rakibimin daha ikinci hamlesinde beton bir duvara çarptığımı anlamıştım. Teorik olarak bildiğim ama hiç oynamadığım bir devam yolu seçmişti rakibim; d5! Yani “Falkbeer Counter Gambit” diye bilinen, gambite karşı gambit olarak ifade edebileceğim bir oyuna zorlamıştı beni. Rakibimin yüzünde belli belirsiz bir gülümseme mi vardı, yoksa ben mi öyle hissediyordum? Teorik olarak biliyordum, şah gambitine karşı “kontr gambit” savunmasını tanıyordum, tıbbiye yıllarında Yugoslavya’da yayımlanan açılışlar ansiklopedisinden fotokopi ile çoğaltılmış bölümleri okur, incelerdim. Ama “karşı gambit” hiç oynamadığım bir varyanttı ve devam yolu hakkında hiç fikrim yoktu. Muhtemelen rakibim bu varyantı iyi tanıyor ve deneyimliydi. Devam ettik, rakibim sessizce oynuyordu, el hareketleri zarifti ve iyi oyuncuydu. Yanımda duran viski kadehini kenara ittim, kalanı oyun bittikten sonra içecektim; beynimdeki her hücreye ihtiyacım vardı.
Hamleler boyunca sessizce oynadık, siyah hafif de olsa pozisyon üstünlüğüne sahipti, bu konumda oyunu kazanma olasılığı yüksekti; berabere bitirmek benim için başarı sayılırdı. Rakibimi taş kırışmaya zorlayabilirsem oyun sonuna eşit hatta üstün bir şekilde girebilirdim. Bir anda beklenmeyen bir olay oldu. Yanı başımıza birisi dikilmişti, ayakta duruyordu, sivil giyimliydi ama ikimiz de tanıdık onu. Orduevinde sık sık görürdüm, yarbay veya albay rütbesinde olduğunu sanıyorum. Orduevinin yönetiminden mi sorumluydu, bilmem, belki… 10 saniye kadar yanımızda dikildikten sonra yumuşak bir sesle rakibime sordu:
“Üsteğmenim yarın uçuş var mı?”
Bölgede jet üssü bulunuyordu, belli ki rakibim jet pilotuydu; tok bir sesle ve başını kaldırmadan üç kelime söyledi; ordunun hiyerarşik yapısı düşünüldüğünde sözcüklerin her biri napalm bombası gibiydi:
“Şimdi satranç oynuyorum!”
Rütbeli sessizce uzaklaştı, çok değil, rakibimin iki üç masa arkasında, beni kesecek şekilde oturmuş, gözlerini bana dikmişti.
Oyuna başlayalı iki saati geçmişti, 20 dakika kadar düşündükten sonra ilk bakışta hatalı görünen bir hamle yaptı, önce, rütbeli subayın oyuna müdahalesi nedeniyle zihninin dağıldığını düşündüm, rakibim bir piyon kaybediyor ve şah kanadı açıkça yarılıyordu. Kısa bir an için göz göze geldik, anlamıştım, tuzak kurmuştu, bana sunduğu piyonu aldığım zaman elde ettiğim üstünlüğü kullanmak için zaman bulamayacak, 5-6 hamlede mat olacaktım. Piyonu elbette almayacaktım, almayacağım gibi bana atak yapma fırsatı doğmuştu. Bana sunduğu zehirli piyonu alacağımı varsaymış, almadığım taktirde nasıl bir devam yolu izleyebileceğini yeterince düşünmemişti. 10 dakika kadar düşündüm, piyonu almayıp rakibimi taş kırışmaya zorladığımda oyun sonuna çok üstün girecektim. Tam o anda…
Rütbelinin oturduğu masadan bana el işareti yaptığını gördüm, rakibime “bir dakika” diyerek yanına gittim, kısık bir sesle:
-Üsteğmenimiz yarın şafakta milyon dolarlık jet uçağı kullanacak, oyunu bitirin ve yenilin.
-Emredersiniz!
-Emir değil rica…
5 saniye sonra yerime oturmuştum, hayatımın en uzun saniyeleri. Şövalye de Pardaillan[ii] ne yapardı bu durumda, şanslıydı, onun döneminde milyon dolarlık jet uçakları yoktu çünkü… Kadehimdeki viskiyi tek yudumda içtim ve zehirli piyonu aldım. Rakibim önce bana baktı sonra da arkasını dönüp rütbeliyi aradı gözleriyle. Gitmişti. Önüne döndü ve küçük parmağı ile kendi şahını devirdi. Satranç bilmeyenler için açıklamalıyım, bunun anlamı yenilgiyi kabul etmekti. Oyunun kirlenmesine izin vermemişti:
“Çok iyi oynadınız, benden daha iyi. Umarım bir gün rövanş oynarız.”
Bir daha karşılaşmadık; sonraki yıllarda bilgisayara karşı oynadım, satranç problemleri çözdüm, büyük ustaların maçlarını izledim, kör çocuklara körleme satranç öğrettim[iii] ama bir daha hiç maç yapmadım.
DİPNOTLAR
[i] Mihail Tal, 1936-1992 yılları arasında yaşamış SSCB vatandaşı “Büyük Usta” unvanlı satranç oyuncusudur. 1960 yılında 24 yaşında Botvinnik’i yenerek Dünya şampiyonu olmuş, bir yıl sonra yine Botvinnik’e yenilerek unvanını kaybetmiştir. Mihail Tal gençlik yıllarımda idolümdü; onun satrancı taş fedalarına, sürpriz ataklara, yaratıcı ve sürükleyici kombinezonlara dayanır. Benim satranç tarzımın tam tersidir ama oyunlarını analiz etmek inanılmaz keyiflidir. İlerleyen yaşlarımda gözümden düşmüştür; ağır sağlık sorunları olmasına, hekimlerin uyarılarına karşı içki bağımlılığından ve sigaradan uzak duramamış, 55 yaşında ölmüştür.
[ii] Michel Zevaco’nun 10 ciltlik Pardayanlar romanının kahramanı Şövalye de Pardaillan’dır. Haksızlıklara karşı duruşuyla benim için hayali bir yol gösterici olmuştur.
[iii] Körler okulunda eğitim gören 12 ilkokul öğrencisine 1 yıl boyunca “körleme satranç” eğitimi verdim.
Not: Kapak görseli bana aittir. Görseli aşağıdaki linkten indirebilirsiniz.
https://www.pexels.com/tr-tr/fotograf/ahsap-tahta-satranc-masa-oyunu-27098201/
TEŞEKKÜR
Bu yazıyı noktasından virgülüne kadar Ülver Teyze’nin Evka 3 şubesinde yazdım. Ülver Teyze çalışanı arkadaşlarım hem servisleri hem de güleryüzleri ile bana mükemmel bir çalışma ortamı sağladılar. Başta Evka3 şubesi müdürü Dilek Gül olmak üzere tüm çalışanlara kocaman bir teşekkür sunuyorum.
Doğan Alpaslan Demir sitesinden daha fazla şey keşfedin
Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.
çÇok içten ve verimli bir yazı. Teşekkürler.
BeğenLiked by 1 kişi
çok etkileyici. Öykü yazmaya devam edin lütfen.
BeğenLiked by 1 kişi
BÜTÜN WHATSAP GRUPLARIMDA PAYLAŞACAĞIM. ÇOK BEĞENDİM
BeğenLiked by 1 kişi
Çok güzel bir anı. Albay müdahale etmeseydi sanırım kazanacaktınız. Üsteğmenin hamlesi de çok şık olmuş. Tebrik ediyorum sizleri👏👏👏👏Şövalye duruşlarınızdan ötürü…
BeğenLiked by 1 kişi
çok akıcı ve güzel bir yazı. Ama ben merakla Avrupada aşırı sağın tarihini anlattığınız yazının devamını bekliyorum. Şeyma T.
BeğenLiked by 1 kişi
Yazı çok güzel ama son paragraftaki teşekkür kısmına bittim. Nasıl bir değerbilirlik bu. Bornovada yaşıyorum, çok merak ettim ülver teyzeyi, mutlaka gideceğim ve Dilek hanımla tanışacağım.
Asuman
BeğenLiked by 1 kişi
A.Çehov tadı aldım.
BeğenBeğen
Harikasın oğlum.
BeğenBeğen
Etkileyici ve akıcı bir öykü diliniz var. Sevdiğim bir yayınevi sahibi arkadaşımı size yönlendireceğim. Bu öykü ve benzerleri ki eminim ilk öykünüz değildir, bloglarda kalıp ölmemeli.
BeğenBeğen
Ben emekli bir albayım. 1990’daki Ordunun kalbini resmetmişsiniz.
BeğenBeğen