Vezirsiz!

Sosyal medyada sık rastlıyorum, “bizim zamanımızın lise mezunları şimdinin öğretmenlerinden, profesörlerinden daha bilgili” diye yazıyorlar. Bunu yazmalarının sebebi günümüzün eğitim kalitesinin çok düşmüş olmasıdır belki; İngilizce konuşamayan “İngilizceci”, de/da, ki bağlaçlarını nerede ayıracağını bilmeyen, noktalama işaretleri konusunda zır cahil “Türkçeci”, Ay’a insanların hiç adım atmadığını amansızca savunan “Fenci” öğretmenlere rastladım; Ece Ayhan’ın şiirinden söylersek: “Öyle ölüme düşkündü ki biyoloji sıfır”[i].

50 yıl öncesine; anıların ayak izlerine basarak gerisin geri gittiğimde zihnimi acıtanlar hep yerlerinde duruyorlar! Sıra dayağını rutine bağlayan, “sabah namazını kılıp taarruza geçen Türk ordusu, yatsı namazını Moskova’da kılar” diye anlatan ilkokul öğretmenim vardı. Bir diğeri, plastik cetvel kullanmamızı yasaklamıştı, eline geçirdiğiyle öğrencileri döverken kırılan cetvellerden şikayetçiydi çünkü. Teneffüslerde, elinde karatahtada kullanılması gereken devasa pergelle gezen, koridorda rastladığı öğrencilere yapıştıran “Malkoçoğlu” lakaplı öğretmen bozuntusunu da unutmadım. Hele ki adını okuduğunda “buyur” diye cevap veren köy çocuğu Ali’yi tahtaya kaldırıp ağzından burnundan kan gelene kadar döven Türkçe öğretmeninin gönlümü bulandıran hayali hala kabuslarımdadır. Her “failatun” kelimesini gördüğümde Ali’nin hıçkırıkları takılır “şey ettiğim” divan edebiyatının kuyruğuna. Ece Ayhan “Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında, Bir teneffüs daha yaşasaydı, Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür”[ii] dizelerini boşuna yazmamıştır. 

Hepsi mi? Kalemimi eşek arısı sokar, yok öyle bir şey! İnsanüstü varlıklar olduğunu düşündüğüm öğretmenlerim oldu, sayıları çok değil. Hepsini yazarsam yazmadıklarıma haksızlık olur ama birazdan yazacağım hikayeciği ilgilendirdiği için birinin adını anacağım: İrfan Kantarcı. 50 yıl önce Buca Eğitim Enstitüsü’nün Edebiyat öğretmeni ve benim satranç öğretmenimdi. Enstitü kantininde ya da İrfan hocamın eşinin Buca’daki eczanesinde oynardık. Satranç oynarken o sıralar hangi romanı okuduğumu sorar, her okuduğum kitabı okumuş olduğunu anlardım. Stendhal’in Kırmızı ve Siyah romanını okuduğum günlerde oynuyorduk yine, Fransız ihtilali hakkında soru yağmuruna tuttu beni; oyun ortasının en civcivli pozisyonundayız, tarihçi babamın “Tarih Mecmuası” dergilerinde okuduklarım yetmiyordu sorduklarını yanıtlamama; sonunda hata yaptım ve yenildim. Mızıkladım, “ama hocam satranç kurallarına aykırı bu yaptığınız, sorularınız dikkatimi dağıttı” dedim. Gülümsedi ve:

 “Satranç kurallarına evet, hayatın kurallarına hayır!” 

Ortaokuldaydım; haftanın 2-3 günü çalışıyoruz/oynuyoruz İrfan öğretmenimle. Bir yandan da cumartesi günleri Karşıyaka çarşı içindeki bir emekliler kahvehanesine giderdim. Mekânın bir kanadı satranç oynayanlara ayrılmıştı; yaşını başını almış kurt satranççılar orada toplanır, müthiş heyecanlı, gerilimli, gürültülü, taşların havada uçuştuğu satranç maçları oynanırdı. 

Okuduğum ortaokula yeni, genç bir öğretmen gelmişti. Havalıydı, bıyıkları dönemin “solcu” usulünde kesilmişti. İlk derslerden birinde satrançtan söz etti, ona göre insanlar ikiye ayrılıyordu, satranç bilenler ve bilmeyenler, bilmeyenler zavallı fanilerdi. Çok gençtim ama satrançta hatırı sayılır bir deneyime ve kitabi bilgiye sahiptim. Ödünç verdiği Fransızca satranç kitaplarındaki oyun analizlerini çalışmasam İrfan öğretmenim beni çiğ çiğ yerdi. O yıllarda Türkçe satranç kitabı yok denecek kadar azdı ama satrancın evrensel notasyonu sayesinde farklı dillerdeki kitapları incelemek, çalışmak mümkün oluyordu. Karşıyaka’da gittiğim kahvehanenin kurtları rakip bulamadıklarında benimle oynarlardı ama benim oyun tarzımı fazla “kitabi ve sıkıcı” bulduklarından tercih ettikleri oyuncu değildim. Sonuç olarak “satranç dehası” havasındaki yeni öğretmenimin dilini komik bulmuştum, kanımca boş konuşuyordu. Emekli kahvesinin müdavimlerinden “Albay” lakaplı 70’lik satranç arkadaşım onun bu laflarını duysa iki hamle arasında yerin dibine sokar da çıkarmazdı oradan. Birkaç ders sonra sınıfa sordu, “satranç bileniniz var mı?” diye. Sadece ben vardım, elimi kaldırdım ve:

Öğleyin öğretmenler odasının karşısındaki idari işler odasında oynayalım.” dedi.

Satranç takımı benimkinden daha iyi ve yeniydi, içi dolgulu plastiktendi, benimkiler gibi püf desen uçan içi boş adi plastik değildi ama ben içlerini alçıyla doldurup ağırlaştırmıştım. Dizdik taşları, beyaz taşlar benimdi. Geleneksel e4-e5 hamlelerinden sonra normalde asla yapmayacağım Vh5 oynadım. İyi bir oyuncu bu hamlemden sonra canıma okurdu. İrfan hocam bu hamleyi görse “ne bu şimdi” derdi, öylesine kötü bir hamle. Ama rakibimin çok zayıf olduğunu anlamıştım ve oyunu uzatmayacaktım. Vezir oynadığımı görünce keyfi yerine geldi, “demek beni çoban matı[iii] yapacaksın ha, sen kiminle oynadığını bilmiyorsun daha” dedikten sonra g6 oynadı. Vezirimle e5 piyonunu aldım ve şah çektim, fe7 oynadı ve VXh8 hamlesiyle kalesini aldım. Oyunun daha dördüncü hamlesinde ağır taşlarından birini kaybetmişti. Neredeyse hiç satranç bilmiyordu. Önce şaşırdı sonra kendini toparladı ve “kalemi alırsın ha, şimdi ben de senin vezirini alayım da gör” dedi. 7-8 hamle sonra mat olmuştu. Uzatmayayım, yarım saat içinde birbiri ardına 4 oyunu kısa sürelerde matla bitirmiştim. Sesi bozulmuş, suratı asılmıştı, acemiydi ve bunu bilmiyordu. Annem aynı okulda İngilizce öğretmeni olmasa sertleşecekti belki. Kısık sesle:

İnsan öğretmenine bir el olsun yenilir”

O anda yeniden taşları diziyordu, yenilmeyecektim. Ama şimdi bile gülümserim yaptığıma, taşlarımdan veziri alıp tahtanın kenarına koydum. O sıralar Bobby Fischer[iv] yeni Dünya Satranç Şampiyonu olmuştu, bir vezirini çıkartıp benimle oynasa yener miydim, yenerdim… 

Oyuna vezirsiz başladım, oyun sonuna yaklaştığımızda piyonlarımdan dördünü vezir yapmıştım, onun vezirini daha oyun başında attığım bir çatal ile almıştım. Amacım sadece kazanmak değildi, ezilmesini ve oyunu bilmediğini anlasın istiyordum. Anladı mı? Hayır! Beşinci oyunu bitirdiğimizde “bugün kafam karışık, o sayede kazandın” demesin mi? “Ne zaman isterseniz yeniden oynayabiliriz” dedim, cevap vermedi. Bir daha oynamadık, derslerde de satrançtan söz etmedi hiç. 

Bu olayı tüm ayrıntılarıyla İrfan öğretmenime anlattım, kocaman bir aferin almayı bekliyordum ama alamadım. Söyledikleri satranç değil doktora seviyesinde hayat bilgisi dersiydi. 

“Vh5 oynamakla hata yapmışsın, hamleleri rakibin zayıflığına göre yapmamalısın, her oyunu karşında Emmanuel Lasker[v] varmış gibi oynamalısın[vi]. Ama daha önemlisi son oyunda vezirini çıkartman, üstüne dört vezir yaparak oynaman çok yanlış. Vezirle beraber iki kaleni çıkartsan yine yenerdin, sen de bunu biliyorsun. Biz bilgimizi karşımızdakini aşağılamak, küçültmek için kullanırsak fanatik cahillerden ne farkımız kalır…” 

İrfan öğretmenimin sözcükleri aynı yukarda yazdığım gibi değildi ama anlattığı tam olarak buydu işte. Bunca yıl sonra anlamı var mı? Var!

DİPNOTLAR


[i] Ece Ayhan, Bütün Yort Savul’lar, sayfa 211, Yapı Kredi Yayınları, 1992.  Bir Elişi Tanrısı İçin Ağıt adlı şiirden.

[ii] Ece Ayhan, Yort Savul, Adam Yayıncılık, 1982.

[iii] 1- e4, e5 2- Vh5, Ac6 3- fc4, Af5 4- Vf7 olarak oynanan ve beyazın 4 hamlede mat yaptığı, adına çoban matı denen açılış. Acemilerin daha da acemileri yendikleri bir mat çeşididir. 

[iv] Bobby Fischer, 1943-2008 yılları arasında yaşamış, 1972-1975 yılları arasında Dünya şampiyonudur. 1975 yılında unvan maçına çıkmak için FIDE’ye sunduğu talepler kabul edilmemiş ve hükmen mağlup sayılmıştır.

[v] Emanuel Lasker, 1868-1941 yılları arasında yaşamış ve 1894-1921 yılları arasında 27 yıl Dünya Satranç şampiyonluğunu korumuş matematikçi ve satranç büyük ustası. 

[vi] O sıralar Lasker’in oyunlarını çalışıyordum. 


Doğan Alpaslan Demir sitesinden daha fazla şey keşfedin

Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.

Vezirsiz!” üzerine 9 yorum

  1. Çok çok az bildiğim satranç bilgisi ile okuduğum yazılarınız o kadar güzel ki, 70 yaşımda satranca başlasam mı diye düşündürdü beni. Sonra kendi cahilliğimde kalmayı yeğledim. Saygılarımla

    Beğen

  2. Emekli öğretmenim. Az buçuk da satranç bilirim. Her cümlenizin altına imzamı atarım. Ayakta alkışlıyorum.

    Tayfun S.

    Beğen

  3. YERDEN GÖĞE HAKLISINIZ. GÜZEL ANLATMIŞSINIZ. AMA BEN YİNE DE 50 YIL ÖNCEKİ EĞİTİMİN DAHA İYİ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM. ÇÜNKÜ ŞİMDİKİNDEN DAHA KÖTÜ OLAMAZ.

    Beğen

  4. Merhum İrfan Kantarcı’yı tanımış olman, ondan ders alman çok büyük bir şans. Merhum, mütevazı, hoş sohbet bir beyefendi idi. Buca Eğitim Enstitüsü,’nün güzelim bahçesindeki ıhlamur ağacının altında yapılan sohbetler, satranç partileri akademik düzeydeydi. İrfan Hoca’yı yıllar sonra tanıtman bir kadirşinaslık örneği. Kutlarım.

    Beğen

  5. Benzer yollardan geçtik, benzer yıllardan, o kadar yakın ki yazdıkların. Saygı duyduğum öğretmenim az, ama o azlar o kadar etkili ki… Olumsuzu erken gösterdiler, gardımızı almayı erken öğrendik, diye olumsuz olanları da bir yana koydum. Yeteneklerimize göre bir eğitim alabilseydik şimdi nerede olurdum, ne yapardım, merak etmiyor değilim. Eline sağlık, çok lezzetliydi, sürdür lütfen.

    Beğen

Aydogan Demir için bir cevap yazın Cevabı iptal et