Adana’da altı yaşında bir çocuğun vahşice öldürülmesi sonrası idam cezası tartışmaları alevlendi. Cinayet şüphelisi olarak yakalanan S.A, yirmi yaşında ve çocuğu işkence ederek öldürdüğü iddia ediliyor. Failin, çocuğun ablasına talip olduğu ve reddedilince intikam almak için cinayeti işlediğine dair haberler, toplumda ciddi bir infial yaratmış durumda. Özellikle sosyal medyadan, idam cezası geri gelsin, çocuk katilleri asılsın sesleri yükseliyor. İdam cezası isteyenlerin, öldürülen çocuklar üzerine kurdukları duygusal argümanlara karşı durmak pek kolay görünmüyor. Üstelik idam cezasının geri gelmesini isteyenler arasında hekim, hukukçu ve öğretmen/akademisyen gibi insan hayatı üzerinde karar verme sorumluluğu olan meslek gruplarından olanların çokluğu beni çok kaygılandırmış durumda. Bu yazıyı kaleme alma sebebim de bu kaygıdır.
İdam cezasının mantığını anlamak zor değil. İnsanın toplumsal bir varlık olması kuralları, kuralların çiğnenmesi de önce cezayı sonra da giderek karmaşıklaşan hukuk sistemlerini getirmiş, geliştirmiş. Toplumun ilk koyduğu kurallar din ve inanç merkezli olunca, hukuki düzenin dinsel bir vesayet içinde olması kaçınılmaz olmuş. Engizisyon ve şeriata bu noktadan bakınca taşlar yerine oturuyor. Ama hangi dinsel ve/veya laik bir zemine oturursa otursun tüm hukuk kurallarının ortak bir yanı var: Toplum vicdanında açılan yaraların ve oluşan gerilimin tedavisi. Toplum vicdanının kabaran öfkesini dindirmenin en basit ve ilkel yolu “kısas” olmuştur. Yani “göze göz, dişe diş”. İlk yazılı belgeleri Hammurabi Kanunları’nda görmek mümkün.
İdam cezası, kolayca tahmin edebileceğiniz gibi insanlık tarihi kadar eski, üstelik çoğu zaman sadece bir canı alı vermekten ibaret değil. Hatta idam cezasının işkenceden arındırılmasının oldukça yeni olduğu bile söylenebilir. (Özellikle İslam ülkelerinde en çok uygulanan idam şekli olan “asarak öldürme”, uygulanış şekline göre uzun süren bir işkenceye dönüştürülebilmektedir.) Tarih boyunca, insanın aklını ve kanını donduran işkence yöntemleri ile birlikte uygulanmış ölüm cezası. Derisini yüzme, ateşte yakma, kazığa oturtma, vahşi hayvanlara parçalatma, çarmıha germe, boğma en yaygın olanları. Ölüm cezasının ağır işkenceler eşliğinde uygulanmasındaki temel amaç, “ibret olması” ve kötülüğün bedenden arındırılması gösterilmiştir. Oysa işkencenin gayesi otoritenin gücünü göstermektir. Basit ve ilkel bir toplum için “kısas” oldukça kolay anlaşılabilir bir cezalandırma yöntemidir. Ancak güç ve iktidar ilişkilerinin değiştiği toplumlarda suçun vasıfları, yorumlanması ve suçlu kavramı değişmeye başlar. Bazı hallerde, iktidara karşı çıkmak ve/veya onun en büyük ideolojik aygıtı olan din kurallarına direnmek en ağır suçlardan biri oluverir. Bu nedenle ilkel toplumdan günümüze doğru gelirken; güç, iktidar ve mülkiyet üzerine kurulu bir hukuk sistemi kurulmuştur. Jonathan Swift, 17. yüzyılda yazdığı Gülliver’in Gezileri romanında, Devler Ülkesi’nden bakarak, İngiltere hukuk sistemini yerden yere vurur, hatta alay eder, ama yine de sınıfsal temelli bir hukuk sistemi eleştirisi yapmaya cesaret edememiş veya o bilinç düzeyine ulaşamamıştır. Ortaçağdan itibaren idam cezası ile toplum vicdanı arasında ilişki kurmak giderek zorlaşmıştır. Michael Zeveco, Pardayanlar isimli, 16. yüzyılda Fransa’da geçen on ciltlik romanında, Greve Meydanı’nda işkence ile birlikte yapılan idam cezalarını anlatır. Cezalar binlerce kişinin gözü önünde yapılır, halkın seyirci olması ile bir caydırıcılık da umulmuştur. Ancak toplum vicdanının bir türlü rahatlamadığını gösteren çok önemli bir işaret vardır romanda: Toplumdan dışlanan cellatlar. Cellatlık, iyi gelir getiren ama saygınlığı olmayan, korkulan, toplum dışına itilmiş bir meslektir ortaçağda. Osmanlı dönemi İstanbul’unda cellatların mezarlıkları bile ayrı tutulmuş, mezar taşlarına kimlikleri yazılmamıştır. Cellatlık mesleğine gösterilen bu aşırı tepkisel refleks, idam cezasının toplumsal vicdanı onarmadığı bir yana kangren ettiğinin önemli delillerinden sayılmalıdır. Ivo Andriç’in Drina Köprüsü romanında, kazığa oturtulacak mahkum yakınlarının cellatlara rüşvet verme çabasını okuruz dehşetle. Rüşvetin amacı kişiyi kurtarmak değil, çabuk ölmesini sağlamak içindir. Ortaçağ’ın işkencelerle dolu idam cezalarının bile caydırıcılığı olmadığı da ortadadır. Üstelik hem ceza hem de suç, her toplumda, devirde ve yönetimde değişmiştir.
1876 yılında Sultan Abdülaziz tahttan indirilerek yerine V.Murat getirilir. Sultan Abdülaziz, kısa süre sonra damarlarını keserek intihar eder. Abdülaziz’in kayınbiraderi olan Çerkes Hasan isimli bir genç subay, büyük bir teessüre kapılarak Mithat Paşa’nın konağını basar ve Abdülaziz’i tahttan indiren paşalara kurşun yağdırır. Başta Hüseyin Avni Paşa olmak üzere beş kişi ölür. Çerkes Hasan iki gün sonra idam edilir. Ancak Murat’ın kısa süren padişahlığı sonrası tahta çıkan II. Abdülhamit, Abdülaziz’in intihar etmediğini ve Çerkes Hasan tarafından öldürülen paşaların, Sultan Abdülaziz’i öldürttüğünü ileri sürer. Beş kişinin katili Çerkes Hasan, Abdülhamit tarafından kahraman ilan edilir, şehitliği yapılır ve asıldığı ağaç sökülür. İşlediği eylem değişmediği halde, suçun tüm niteliği, yorumu değişmiştir.
Dreyfus Davası da önemli bir örnektir. 1894 yılında, Fransa’da, asılsız bir ihbar nedeniyle Yüzbaşı Dreyfus vatana ihanet ve casuslukla suçlanır. Rütbeleri sökülür ve Şeytan Adası’nda hapse mahkum edilir. Hakkındaki delillerin yetersizliği ve aksini gösteren açık bulgulara ve itirazlara rağmen Dreyfus Davası bir türlü bitmez. Yıllar sonra Emile Zola’nın, “Suçluyorum” başlıklı yazısı üzerine yeniden yargılanır ve 1906 yılında beraat eder. 12 yıl hapis yatmıştır.
1950’li yıllarda İngiltere’de idam edilen üç kişi, günümüzde yapılan DNA incelemeleri sonunda “beraat etmiştir”. Günümüzde hala idam cezasını uygulayan ABD’de bu tür adli hataların sayısının çok daha fazla olduğu bilinmektedir.
İdam cezasına karşı olanların önemli savlarından biri de, bu cezanın bir insan hakkı ihlali olmasıdır. İdam taraftarları ise “bu tür” bir suç işleyenlerin insan sayılamayacaklarını iddia ederler. Nedir; insanın tanımı üzerinden yapılan yaftalama, baskıcı rejimlerin en tehlikeli ideolojik enstrümanlarından biridir. İnsanın tanımına dair siyasi/felsefi/ahlaki yorumlar, ötekileştirdiği herkesi insan tanımından çıkarabilir, onu her türlü insanlık dışı uygulamaya reva görebilir.
– Kölelik dönemi Amerika’sında zenciler,
-Müslümanlar için müslüman olmayan gavurlar, hristiyanlar için kafirler,
-Engizisyon döneminde (sonrasında da) farklı dini görüşe ve yaşam tarzına sahip olan herkes,
-“Doğrudan demokrasi” ile yönetilen antik yunan şehir devletlerinde köleler,
-Nazi Almanyası’nda engelliler, eşcinseller, yahudiler insan tanımının dışında bırakılmıştır.
Oysa insan olmak doğumla kazanılmalı ve hiç bir koşulda bu tanım tartışmaya açılmamalı ve sorgulanmamalıdır. 19. Yüzyılda ölüm cezasına ilk karşı çıkanlardan biri olan Victor Hugo, yazdığı “Bir Ölüm Mahkumunun Son Günü” adlı eserinde, idam cezasını, “insan olmak” açısından başarıyla sorgulamış ve idam cezasının Avrupa’da kaldırılmasının mimarlarından biri olmuştur.
Başa dönelim; altı yaşında bir çocuğun vahşice öldürülmesi sonrası, sosyal medyada idam cezası isteyenlerin sesleri giderek yükseliyor. Aslında çocuk cinayetleri karşısında gelişen toplumsal gerilimin en büyük sebebi, ülkemizde hukuka olan güvenin yerle bir olmasıdır. Failin iyi halden aldığı indirimler, zaman zaman çıkan genel aflar ve en önemlisi hukukun iktidarın sopasına dönmüş olması, idam cezalarına olan talebi arttırıyor. Üstelik toplumumuzda yaratılan ötekileştirme, farklılıkların nefrete dönüştürülmesi, intikam kültürünün hortlatılması, bireylerin şiddet eğilimlerinin tavan yapmasına sebep olmuş durumdadır. Toplumun ölüm cezası isteği, toplumsal şiddetin en uç boyutu olan linç kültürünün hızla geliştiğine delalet etmektedir. Linç kültürünün gelişmesi, o toplumda ahlaki, hukuki, siyasi çürümenin en belirgin özelliklerinden biridir. İdam cezası caydırmamaktadır; bu konuda yapılmış pek çok çalışma var, caydırıcılık açısından çok uzun hapis mahkumiyeti ile idam cezası arasında fark olmadığı sosyal çalışmacılar tarafından gösterilmiştir. Kaldı ki pek çok cinayetten sonra katilin intihar etmesi, ölüm cezasının faydasızlığının açık kanıtıdır. Oysa, idam cezaları toplumsal şiddet ve intikam duygularını besler ve keskinleştirir. Hele hele, bizim gibi, hukukun siyasal hasımları ortadan kaldırmak için kolayca kullanıldığı bir ülkede, idam cezası, Pandora’nın kutusunu açmak anlamına gelir. Vicdanlarımızı rahatlatmak için serbest bırakılacak olan bu azgın ejderha, er veya geç, güç ve iktidar ilişkilerinin emrine girecektir. İşte o zaman, ilk katledilecek olan, toplum vicdanının bizzat kendisi olacaktır.