İstanbul ve İzmir, 1 Mayıs kutlamalarına bakarak bu iki büyük kentin aynı ülkede olduğunu söylemek, kabullenmek hiç kolay değil. 1 Mayıs günü Pasaport’tan başlayıp Gündoğdu Meydanı’na kadar Emek Bayramı kutlamalarının içinde yer aldım. Gerçek bir renk cümbüşüyle bezenmiş, heyecanlı, umutlu çok sesli bir karnaval havasındaydı İzmir. Farklılıkların birbirleriyle bu denli iyi kaynaştığı kaç şehir vardır Dünya yüzünde bilmek isterim, üstelik ülkenin dört bir bucağına ekilen nefret tohumlarına rağmen. Afişlerdeki Lenin, Hikmet Kıvılcımlı, Mahir Çayan, Che Guevera ve Atatürk resimleri sanki canlanıp kordonda hep birlikte kahve içmeye inivereceklerdi. Birbirlerinden oldukça farklı görüşlere sahip sendika, dernek, platform, siyasi parti, meslek odası vb oluşumların, birbirlerine karşı duruşlarında bir aldırışsızlık veya daha doğru bir deyişle “eh onların da burda olması iyi tabii” diye formule edilebilecek bir barış duygusu egemendi meydana.
Meydanın genel görünüşünün tasvirini tamamladığıma göre, herkesin bildiği veya tahmin edebileceği nutuk, slogan ve çağrıları da “pas” geçerek ayrıntılara geçiyorum.
Pasaportun karşısında bir karakol vardır, ünlü Kantar Karakolu. Karakolun önünde çevik kuvvet polisleri, demokrasimizin kantar topuzu bozulmuş ayarlarına koltuk değneği yapılmışlar. Polisler, ellerinde kalkanlar, başlarında kaskları olsa da aldırışsız, lakayıt ve hatta bezgin izliyorlar yürüyen grupları. Öyle ki, bazıları kalkanları ve kaskları fora edip yığmışlar bir kenara. Birden irkiliyorum, gruplardan biri var güçleriyle haykırıyor, “katil polis” sloganlarıyla. Koşulların, olayların gerektirdiği bazı yerlerde böylesi sloganların kaçınılmazlığını kabul edebilirim. Ama o koşullarda bu sloganların tahrik edici ve ötekileştirici olduğu kanaatindeyim. İlle de protesto isteniyorsa, alkışlayarak da yapılabilirdi. Meydana girişte üst arama işleminin gerekliliği çok tartışılır. Provokasyon amaçlı olarak silah, bomba vb girişi engellenmek isteniyor ve samimi olarak tek amaç buysa, bu görev Düzenleme Komitesi tarafından görevlendirilen bir ekip tarafından kolaylıkla yapılabilirdi. Oysa HDP’lilerin üstlerini aratmak istemeyişleri can sıkıcı bir arbedeye sebep olmuş.
Hava güzel, atmosfer harika ama katılım yetersizdi. Kaç kişiydi konusunda tahmin yeteneğim kötüdür. Sanırım 10 bin, 20 bin kadardır. İzmir’e yakışıyor mu bu sayı? Hayır. 1 Mayıs öncesi twitterda, “Emek Bayramı” mesajlarının azlığından ve cansızlığından dert yanmış, “gençler yine aşk triplerine daldı” diye yazmıştım. Bir genç kızın bana cevabı nefisti, “ne yapalım yani, twitera molotof kokleyli mi atalım”. Anlaşılan 30 Mart seçim sonuçları bir umutsuzluk rüzgarı estiriyor.
Bir grup genç, çoğu erkek, kırmızısı çok, dili sert afiş ve flamaların altında yürüyor. Genç dediğime bakmayın, en yaşlısı onyedi yaşında. Yüzlerini poşularla sarmışlar. Hava güzel, bir gömlek bile çok geliyor bana, poşulardan terleyen çocukların terlerini silecek annelerini arıyor gözüm. Aklıma William Golding’in ünlü romanı geliyor; Sineklerin Tanrısı. Issız bir adaya düşen bir grup çocuğun, sağduyu ve şiddet arasında nasıl bocaladıklarını anlatıyor. Okumadıysanız kaçırmayın.
Enternasyonel Marşı okunuyor. Eller yumruk olmuş, bilenler marşa eşlik ediyor. Hemen önümde sevgili oldukları belli genç bir çift var. Yirmili yaşların başında ya var, ya yoklar. Delikanlının sol, kızın sağ kolu havada. Marş biter bitmez delikanlı çatıyor sevgilisine, “devrimciler sol kolunu kaldırır” diye. Eyvah diyorum kendime, çünkü benim gençliğimde bu cümleyle başlayan bir tartışma, Lenin, Mahir Çayan, Mao’dan yapılan alıntılarla sürer ve “devrimci ikna” yetmezse küçük yumruklaşmalara kadar giderdi. Bizim köprülerin altından okyanuslar geçmiş anlaşılan. Delikanlının sevgilisi İzmir’in bıçkın kızıydı, “amma abartıyorsun sen de, ne alakası var hangi kol kalkmış” deyiverdi. Tartışma bitti. (Laf aramızda genç kızı takdir ettim ama delikanlıya üzülmedim değil).
İzmir Emek Bayramı’nın en çok ilgi çeken grupları arasında Anti Kapitalist Müslümanlar olduğunu söyleyebilirim. “Mülk Allah’ındır”, “sınıfsız toplum”, “hem paraya hem Allah’a kulluk edilmez” döviz ve afişleri pek çok kişi tarafından ilgi ile izlendi. Pek çok kişinin anlamadığını sandığım, “Kenz Ateştir, İnfak Et Özgürleş” afişinin cep telefonlarıyla en çok kaydedilen kare olduğunu sanıyorum. Anlamı da şu: Mal, mülk, para ateştir, Allah yolunda harca ve özgür ol. Komünizmin temel kavramlarının, humanizm ve islamiyet ile bir araya getirilişindeki gaye ve çabayı takdir ediyor ve sempatik buluyorum. Ama mülkiyete dayalı olmayan böyle bir sınıfsız toplumun, kendi ruhban sınıfını yaratacağını düşünüyorum. Bu yönetici ruhban sınıfının, kurallarını Kuran’dan alan bir din devleti kurma hedeflerine oldukça mesafeli durduğumu da söylemek isterim.