Tarihle aranız iyiyse sizi olmadık zamanlarda şaşılası dertlerden kurtarır, sözün hatta bazen fikirlerin tükendiği yerde imdada yetişir. VII. yüzyıldan söz edeceğim, hem de Orta Asya steplerinden gelerek Tuna Deltasına ulaşan Bulgarlardan. Eski Türkçedebulgha kelimesi karışım anlamına gelir; Türk- Moğol soyundan gelen topluluklardan oluşan Bulgarlar, Tuna bölgesine geldiklerinde bölgenin Slav halklarıyla karışırlar. Hızlı gelişen Bulgar Krallığı’nın sınır komşusu olan Bizans ile kapışması kaçınılmazdır, nitekim kapışırlar. Kimin haklı kimin haksız olduğunu tartışmanın anlamı olmayan ve onlarca yıl boyunca akıl almaz zalimliklerle süren savaşlardan sonra 811 yılında İmparator I. Nikephoros tam Bulgarları yok edeceğini sandığı bir anda pusuya düşer ve öldürülür. Bulgar Kralı Krum, Bizans İmparatorunun kafatasından bir kupa yaptırır ve bu kupadan törenle şarap içer. Tarih boyunca bu tip mezalimin örnekleri o denli çok ki, kayıtlara geçenlerin tümünden ciltler dolusu ansiklopedi çıkar. Ama en acı olan yanı şurada, yöntemi değişmiş bile olsa kafatasından şarap içme törenleri devam ediyor. Nasıl mı, okumaya devam o zaman…
30 Mart yerel seçimlerinden sonra bazı belediyelerin yönetimi el değiştirdi, seçim sandığını demokrasinin bir aygıtı olarak kabullendiyseniz sonuca razı olacaksınız. Yani belediye başkanının, meclis üyelerinin, üst düzeyde ve kritik görevdeki yöneticilerin değişimi oyunun kurallarına uygun görünüyor. Doğal olarak seçimi kaybedenlerin ve onların taraftarlarının kafatasından şarap kadehi yapmak gerekmiyor. 30 Mart sonrası Antalya Büyükşehir Belediye yönetiminin el değiştirmesi ile beraber 270, yanlış okumadınız 270 çalışanın görev yerleri değiştirildi. Bu toplu sürgün harekâtını anlayabilmek için Antalya’yı biraz tanımak gerekiyor. İnanın, Antalya yaşamak için oldukça zor ve çetin bir kenttir, turistik yörelerinden ve kent merkezinden söz etmiyorum elbette. Sahil şeridi boyunca yer alan ilçelerden Kaş ile Gazipaşa’nın arası 370 kilometre, sahil şeridinden kuzeye doğru yol alınca karşılaştığınız bazı yerleşim yerleri Orta Anadolu’yu aratmaz, Gündoğmuş, Akseki, Elmalı ve bu ilçelere bağlı köy ve bazı beldelerin ulaşımı zor, yaşam şartları bir kentsoylu için çetindir. Görev yeri değiştirilen ve Antalya kent merkezinde görev yapan 270 çalışan Gündoğmuş, Akseki, Kaş gibi ilçelere yani 180 kilometre mesafeye görevlendirildi. Özetle, kentin yönetimini ele geçirenler, eski yönetimin taraftarlarının kafataslarından şarap kadehi yapmaya hazırlanıyor.
1992-1994 yılları arasında Antalya Tabip Odası’nın Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Sekreteri olarak çalıştım, bir hekim için büyük bir onur. Görev süremizin bitmesinden bir kaç ay sonra Gündoğmuş Köprülü Sağlık Ocağına sürüldüm. Öyle geçici görev falan değil, bildiğiniz atama. Ama asıl acı olanı, görevi devrettiğimiz yeni Tabip Odası Yönetimi’nin (ATO) bu sürgüne karşı duruşuydu, “oraların da hizmete ihtiyacı var”… Aradan 20 yıl geçti, Antalya’yı terk edişimin yirminci yıldönümünde, ATO’nun yeni yönetimi Büyükşehir Belediyesi önünde sürgünleri kınayan açıklama yapıyor, kutluyor ve gurur duyuyorum meslektaşlarımla. Antalya’nın demokrasi güçlerinin bütün bu oyunu boşa çıkaracak mekanizmaları harekete geçirdiğinden ve sonuç alıncaya kadar konunun peşini bırakmayacaklarından eminim. Özellikle sürgünlere ve ailelerine yönelik başlatılacak bir koruyucu ruh sağlığı projesi hem yönetimin teşhirinde hem de yaratılan yalnızlık halkasının kırılmasında oldukça yararlı olacaktır kanaatindeyim.
Bir kamu görevlisinin, günlük ulaşımın yapılamayacağı bir yere görevlendirilmesi yalnızca o kişi için değil tüm aile için bir yıkımdır. Ailesine ve çevresine karşı yaşadığı utanç ve işe yaramazlık duygusu, “kim bilir ne yaptı da oraya verdiler” şeklinde zuhur eden gizli toplum baskısı arasında sıkışır sürgünler. Amaçlardan biri de, sürülenin gururunu kırmak ve diğerlerine ibret olmasını sağlayacak bir güç ve iktidar gösterisidir. Seyirciler de unutulmaz; mazlumun yanında olmalarını engelleyecek, olup bitenlere karşı sessiz kalmalarını sağlayacak hikâyecikler yaratılır, “sen onun ne mal olduğunu bir bilsen, o var ya o…” diye başlayan sahte kent efsaneleri yaratılır. Son olarak da sürülenlerin karşı cinsle ilişkileri üzerine “iç gıcıklayan” pespaye iddialar veya “akçalı şaibeleri” hakkında birtakım imalar gezdirilir ortalık yerde, çember hızla daralır ve yalnızlık halkası üstüne kapanır sürgünün.
Ülkemiz aydınlarının büyük bir kısmı, sınırlarımızın hemen ötesindeki IŞİD katliamlarını korku ve kaygı ile izliyor. Kesilen kafaları, katledilenlerin ciğerini yiyenleri, kesik kafalar ile fotoğraf çektiren, futbol oynayan karanlık yüzlü adamları ürpererek izliyoruz sosyal medyada. Kodları doğru okuduğumuzda sembollerin hep aynı olduğunu görüyoruz; iktidar ve güç gösterisi, “bizden olmazsanız sıra size de gelecek” mesajı, mağlup ettiklerinin gücünün kendine geçeceğine dair ideolojik matriks, Bulgar Kralı Krum’u, IŞİD militanlarını ve Antalya Büyükşehir Belediyesi yönetimini aynı parantezin içine alır. Birine karşı olup diğerine susan, birini vahşet diğerini “olacak o kadar, abartmamak lazım” sınıfına sokan ve birini diğerinin sonucu yapan diyalektiği anlayamayan bu aymazlıktan oldukça korktuğumu söylemek zorundayım. En kötüsü, bu aymazlık, ülkemiz insanını saran teslimiyet duygusunun eline geçince sandıktan ne çıkacağının bir önemi kalmayacaktır, benden söylemesi.
Kaynak.
ECO, Umberto, Ortaçağ, Alfa Yayınları, 2014.