Ortalama hatta ortalamanın üstünde bir eğitime sahip bir Avrupalı için Latin Amerika ülkelerinin sosyal/siyasal yapısını kavramak hiç kolay değildir. Küresel emperyalizmin sömürü yöntemleri tüm dünyada benzerlikler gösterse de Güney Amerika ülkelerinin bu sömürüye tepki vermekte kullandıkları algoritmalar ciddi farklılıklar göstermektedir. Güney Amerika ülkelerinin tarihlerindeki çarpıcı özellikleri bilmeden günümüz Venezuela’sı hakkında kolaya kaçan hükümler geliştirmek bizi hata yapmaya zorlamaktadır. Venezuela yazı dizisinin 3. ve 4. bölümleri bu hatayı en aza indirmeyi amaçlayan bir tarih dersi niteliğindedir.

Amerika kıtasını nasıl bir gelecek beklediğinin ilk önemli işaretlerinden biri, İspanyol konkistadoru[i]Hernán Cortés’in 1521 yılında bir avuç askerle 200.000 nüfuslu Aztek İmparatorluğu başkenti Tenochtitlan’ı ele geçirmesidir. İmparator Montezuma öldürülmüş, Aztekler tam bir soykırıma uğramıştır. Aztekler Hernán Cortés’i, efsanelerinde yer alan okyanusların ötesinden gelecek olan beyaz tanrıları sanmışlar ve bu sanılarının bedelini çok ağır ödemişlerdir.

İspanyollar giderek güneye inmeye başladılar, 1527 yılına gelindiğinde Güney Amerika’nın derinliklerinde büyük bir imparatorluğun var olduğunu öğrenmişlerdi. Hernán Cortés’in ikinci dereceden kuzeni olan Francisco Pizarro ele geçirdiği yerlilere işkence yaparak veya “rüşvet” vererek şimdiki Peru topraklarındaki İnka İmparatorluğu hakkında giderek bilgi edinmeye başlamıştır. Sonunda 1532 yılında, emrindeki 168 kişiyle beraber, Latin Amerika topraklarının derinliklerindeki İnka İmparatorluğu’na ulaşmıştır[ii].
16 Kasım 1532- Cajamarca

İnsanlık tarihinin kırılma noktası denebilecek günler, anlar vardır, 16 Kasım bu günlerden biridir. Peru’nun Cajamarca adlı bir dağ kasabasında, ellerinde arkebüz tüfekler ve Toledo kılıçları bulunan, bir kısmı atlı diğerleri piyade 168 İspanyol zırhlı askerlerin başında bulunan Francisco Pizarro ile milyonlarca insanın yaşadığı İnka imparatorluğunun başındaki, 80.000 asker tarafından korunan, halkı tarafından Güneş tanrısı olarak kabul edilen Atahualpa karşı karşıya geldiler. Bugün bu karşılaşmanın nasıl cereyan ettiğini neredeyse tüm ayrıntıları ile biliyoruz. Çünkü İspanyol askerlerinden altısı, bu 16 Kasım gününü çok ayrıntılı olarak anılarında yazmışlardır[iii]. Tahmin edebileceğiniz gibi o günü yaşayan İnkalıların hiçbiri duygularını, fikirlerini yazamamıştır. Sonuçta hepimiz biliyoruz; tarihi galipler yazar.
Galipler tarafından yazılmış olsa da o günü yazanların anıları derlenmiş ve o günün olabildiğince gerçeğe yakın bir “fotoğrafı” çıkarılmıştır:
Pizarro’nun birliğindeki askerler 15 Kasım’ı 16 Kasım’a bağlayan geceyi korku ve endişe içinde geçirmişlerdi. Gözlerinin alabildiği her yerde İnkalıların yaktıkları kamp ateşlerinin ışıkları vardı. Sabaha kadar nöbet tutmuşlar ve hemen hiçbiri uyumamıştı. Sabah erken saatte Atahualpa’nın bir elçisi İspanyol askerlerin karargahına geldi. Pizarro, İnka elçisine aynen şunları söylemişti:
“Hükümdarınıza söyle, buraya ne zaman isterse, nasıl, ne şekilde isterse gelsin, onu bir dost ve kardeş olarak karşılayacağım. Çabuk gelmesi için dua ediyorum çünkü onu görmek istiyorum. Hiçbir zarar ya da hakarete uğramayacak.”

Öğleye doğru Atahualpa maiyetiyle beraber Cajamarca meydanına gelmişti. Görkemli bir tahtırevan üzerinde oturuyordu. Tahtırevanı taşıyanlar köleler veya sıradan kişiler değil imparatorluğun en soylu ve yönetici sınıfının üyeleriydi. Tahtırevanın önü sıra yürüyen 2000 kişi yol üstündeki yaprak, taş vb. çerçöpleri temizliyor, imparatorun yanında ve arkasında askerler ve muhtelif görevliler tahtırevana eşlik ediyorlardı. İnka uygarlığı altın ve gümüş madenlerini işlemeyi öğrenmiş ama çelikten bihaberdi. Hiç at görmemişlerdi, süvarilerin atla birleşik tek bir “canavar” olduğunu sanmışlardı. Pizarro, İspanyol birliğinde bulunan rahip Vicente de Valverde’yi imparatorla görüşmeye gönderdi. Pizarro’nun verdiği talimata göre rahip, Atahualpa’yı İsa’nın dinine ve Majesteleri İspanya Kralı’nın hizmetine davet etmekle görevliydi. Rahip bir elinde haç, öteki elinde İnci ile Atahualpa’nın tahtırevanına doğru yürüdü ve ona şunları söyledi:
“Ben Tanrı’nın bir rahibiyim ve Hristiyanlara Tanrı’nın işlerini öğretirim, bunları aynı şekilde size de öğretmeye geliyorum. Öğrettiğim şeyler bu Kitap’ta Tanrı’nın bize söylediği şeylerdir. Bu yüzden Tanrı ve Hristiyanlar adına sizden rica ediyorum, onların dostu olun, çünkü Tanrı’nın isteği budur, bu sizin de iyiliğinizedir.”
Atahualpa kitabı istedi, nasıl açılacağını bilmiyordu, rahip açmak için elini uzattığında koluna öfkeyle vurdu, kitabı 5- 6 adım öteye fırlatıp attı. Rahip koşarak ve bağırarak Pizarro’nun yanına koştu:
“Koşun, koşun Hristiyanlar! Tanrı’nın emirlerini kabul etmeyen bu düşman köpeklere haddini bildirin. O zorba benim kutsal kitabımı yere attı. ……. Bu köpeğe neden insan gibi davranalım, aşağıdan alalım? Yürüyün üzerine, size ben izin veriyorum!”

Pizarro’nun da beklediği buydu, verdiği emirle arkebüz tüfekler ateşlendi; yaşamlarında ilk kez gördükleri yıldırımlarıyla uzaktan öldüren tüfeklerin sesi bile yetmişti paniğe; İnkalar birbirlerini ezerek geri çekiliyordu. İspanyol askerler ünlü savaş naraları “Santiago” diye bağırarak saldırıyordu. Atlara çıngıraklar takılmıştı, askerler çelikten kılıçlarıyla silahsız veya ağaç sopalardan, volkanik taşlardan yapılma ilkel silahları olan yerlileri kelimenin tam anlamıyla doğramaya başlamışlardı. Atahualpa’nın tahtırevanını taşıyanlar öldükçe yerlerini başkaları alıyor ve onlar da dakikalar içinde ölüyorlardı. Tek bir kayıp vermeyen, hatta sıyrık bile almayan İspanyol askerleri Atahualpa’yı esir almış ve takriben 7000 kişiyi katletmişlerdi. Pizarro Atahualpa’yı serbest bırakmak için 35 metrekare büyüklüğünde ve yüksekliği 2,5 metre olan bir odayı dolduracak kadar altın istedi. İspanyol istilacılar istedikleri fidyeyi aldıktan 8 ay sonra Atahualpa’yı öldürdüler. Bu sekiz ay içinde Pizarro, Orta Amerika’da bulunan İspanyol karargahından destek almayı başarmıştı.
İnkalılar ilk şaşkınlıklarını üzerlerinden attıktan sonra İspanyollara karşı direnmeye, örgütlenmeye, ayaklanmaya çalıştılar. Ama İspanyollar sömürgeciliğin sadece askeri yanına değil, ihanet ve entrikayla bezenmiş diplomatik üstünlüğüne de sahiptiler. İnka kabilelerinin kendi aralarındaki geleneksel düşmanlıkları da besleyerek 10 yıl içinde ortaya çıkan tüm ayaklanmaları akıl dışı bir gaddarlıkla bastırdılar. 1540’lı yıllara gelindiğinde İspanyolların yeni bir müttefikleri daha vardı: Bulaşıcı hastalıklar.
Avrupa halkları yüzlerce, binlerce yıl içinde kabakulak, kızamık, çiçek, suçiçeği, grip vb. hastalıklara karşı büyük ölçüde bağışıklık sağlamışlardı. Avrupalı askerlerin, göçmenlerin taşıdığı bulaşıcı hastalık etkeni virüs ve bakteriler yerli Amerikan halklarına hızla yayıldı. Tüm Amerikan yerlilerinin %90’ı bulaşıcı hastalıklardan öldü. Ölenlerin sayısının on milyonları bulduğu sanılıyor.
İspanyol istilacıların Güney Amerika’da gerçekleştirdikleri katliamları meşrulaştırmak için bir dizi argüman geliştirmişlerdir. Bunların en başında gelenler yerlilerin yamyam olduğu, insan kurban ettikleri, sodomi ve ensestin çok yaygın olduğu ve bu nedenlerle onların insan olamayacakları savıdır. 19. Yüzyıla gelirken Avrupa hümanizminin baskısı altında siyah ırkın ve Amerikan yerlilerinin insan olmadıklarını kanıtlamak için Antropoloji bilimi geliştirildi. İlk antropologlar kafataslarını inceleyerek beyaz ırk dışındaki ırkların insan olmadığını “kanıtladılar”. İnsan olmadıkları için de öldürülebilir ve hayvanlar gibi köle olarak kullanılabilirlerdi. Neredeyse 300 yıl boyunca acımadan kullandılar da!
Güney Amerika İspanya’ya hayal bile edemedikleri bir zenginlik sağlamıştı. 1545 yılında Potosi dağlarında zengin gümüş yatakları bulundu. Tüm Avrupa’nın yıllık toplam gümüş üretimi 60 ton iken, Potosi’de yılda 266 ton gümüş çıkarılıyordu[iv]. Avrupa’nın yıllık toplam 1 tonluk altın üretimine karşın Güney Amerika’dan 5.5 ton altın geliyordu[v].

İlk İspanyol fatihleri vali, kraliyet temsilcisi gibi unvanlar almakta gecikmediler. Bunun yanı sıra feodal soyluk unvanları taşıyorlardı, zamanla (Brezilya hariç olmak üzere) Güney Amerika’da bağımsız feodal devletçikler oluşturmaya başladılar. En önemli ideolojik aygıtları ise Katolik diniydi. İspanyol fatihlerin kılıçlarının kabzasının haç şeklinde olmasının nasıl bir sembolik anlamı olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Ele geçirilen bölgelerin yerlileri bir alana toplanır ve Katolik olmaya davet edilirlerdi. İspanyol zabıt görevlileri tarafından okunan metin şuydu:
“Katolik olmayı reddettiğiniz ya da işi kurnazlığa vurup bizleri oyalamaya kalkıştığınız takdirde, sizi temin ederiz ki; Tanrı’nın da yardımıyla, var gücümüzle üzerinize saldıracağız, amansız bir savaş verip sizleri boyunduruk altına alacağız ve kilisenin ve hükümdarımızın egemenliği altına sokacağız. Sizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı köle haline getirip satacağız. Hükümdarımızın emriyle bedenlerinizi istediğimiz gibi kullanacağız, mallarınızı alacağız ve sizlere elimizden gelen her türlü̈ kötülüğü̈ yapacağız.”
Merkezi yerlerdeki yıkılan tapınakların yerini katedraller aldı[vi]. Katolik dinini kabul eden yerliler ise başuçlarında bir haçla gömülme ayrıcalığı elde ettiler.
Amerika kıtasından akan altın ve gümüş Avrupa’nın ekonomik yapısını da devasa bir değişikliğe zorluyordu. Karl Marks’ın Kapital’de işaret ettiği gibi, Avrupa’da yüzyıllardır süren cılız feodal üretim araçlarının sağlayamayacağı bir sermaye birikimi oluşmuş ve kapitalizmin kapısı aralanmıştı.
Üçüncü bölümün sonu.
Gelecek bölüm: Venezuela 4- Simon Bolivar
[i]Conquistador: İspanyol fatihlerine verilen unvan.
[ii]O dönemin İnka İmparatorluğu Peru, Bolivya ve Ekvador’un tümünü, Kolombiya ve Şili’nin bir kısmını, Arjantin’in kuzeyini ve Brezilya’nın ormanlık bölgelerini içine alıyordu
[iii]Yazanlar arasında orada bulunan Pizarro’nun iki kardeşi var ama Pizarro’nun anıları/notları yok çünkü okuma yazma bilmiyor.
[iv]Günümüzde gümüş yatakları tükenmiş, Bolivya sınırları içinde kalan yoksul Potosi şehri, geçmişte Avrupa zenginliğinin en önemli kaynaklarından biri olmuştur. Onlarca saray ve katedral yıkıntısına, 8 milyon Güney Amerika yerlisinin cesetlerine de ev sahipliği yapmaktadır.
[v]Bu rakamlar kayıtlara geçen resmi rakamlardır. Gerçek rakamların bunun çok üstünde olduğuna şüphe yok.
[vi]Meksika’nın başkenti Mexico City’nin en büyük katedrali, Aztek başkenti Tenochtitlan’ın en önemli tapınağı üzerine kuruludur.
Emeğimize sağlık,teşekkürler
BeğenLiked by 1 kişi