Geçtiğimiz hafta “DEDİKODU” üzerine yazacağımı söylemiştim. Sözümü tuttum, yazıyorum. Herkes öyle mi ya, verdiği sözü tutan kalmadı. Bizim orada “X” hanımı tanırsınız, şu “Y” işyerinde çalışıyor, hani kocası “Z” ile geçen sene boşandılardı, hah işte o, hiç tutmaz sözünü, “gelicem der” gelmez, tembeeel, bir de pasaklı, kocası da ondan boşadı onu zati…
Hep söylerim, dedikoduyu severim, depresyona ve anksiyeteye iyi gelir. Rahatlatıcı ve ferahlatıcı bir etkisi vardır. Tabii dedikodusu yapılanlara nasıl gelir, konuşacağız. Dedikodunun tarihini ne kadar geriye kadar götürebiliriz dersiniz, öyle sanıyorum ki, Adem ile Havva’ya üçüncü bir kişi katılmasıyla dedikodu müessesesi çalışmaya başlamıştır. Eğer şu ünlü “elmayı yedin, yemedin” tartışmasını izleyen iki kişi daha olduysa, “bak gördün mü şu Havva’yı, her türlü fettanlık var onda, yasak, masak yedi elmayı” dedikodusu mutlaka yapılmıştır, emin olun.
Önce şu dedikodunun tanımında anlaşalım mı, anlaşalım ki hepimiz aynı şeyi anlayalım. En az iki kişinin, en az bir kişiyi sanal bir masaya yatırıp, üzerinde, sosyolojik, ekonomik, psikolojik, biyolojik, tıbbi, sanatsal, siyasi, etik ve hatta antropolojik neşterler kullanarak yaptığı analizsel otopsiye dedikodu diyoruz. Anlayacağınız dedikodu yapmanın ilk şartı “biz” olmaktır, “biz” olan dışındaki herkes “ötekidir”. Dedikodu eylemini yapanlar, öteki/ötekilerin dünyasını tartışır görünseler de, aslında sadece kendilerini tanımlarlar. Bakın size güzel bir hikayecik anlatacağım, beğeneceksiniz.
Öykümüz 20. yüzyıl başlarında İstanbul’da geçer. Şair, felsefeci, siyaset adamı Rıza Tevfik (BÖLÜKBAŞI) ve bir arkadaşı çarşıda dolaşırken iri yapılı bir hamala rast gelirler. Rıza Tevfik’in arkadaşı hamalı tanır ve ikisini tanıştırır. Hamal için “çarşının en kuvvetli hamalı”, Rıza Tevfik için ise “büyük bir filozof” der. Rıza Tevfik sporla ilgili olduğu gibi, o aralar ağırlık çalışmaları yapmaktadır. Hamala sorar, “kaç okka yük taşıyabilirsin” diye. Hamal, falanca okka yük taşırım der. Rıza Tevfik ise hamalın söylediği ağırlığın iki katını taşıyabileceğini söyleyince, hamal, “begim, yalan söylüyorsun diyemem ama söylediğinin yarısını bile taşıyamazsın” der. Rıza Tevfik hamalın sırtlığını takar ve söylediğinin bile üstünde yükü yüz metre boyunca taşır. Hamalın ve diğer meraklıların hayret dolu bakışları altında yoluna gider. Bir zaman sonra hamal bir arkadaşı ile kahvede otururken Rıza Tevfik oradan geçer. Yanındaki arkadaşına eğilen hamal, “iyi bak bu adama, ona ırıza beg derler, katır gibi yük taşır” der.
Dedikodunun en önemli özelliklerinden birisi de toplumun ahlaki normlarının pişirildiği bir kazan oluşudur. Dedikodu kazanı kadın ve erkeğin ilişkilerine sınırlar çizer. Kimin kiminle, ne zaman, nasıl, nereye kadar ilişki kurabileceğini belirler. Hatta evlenirken ve evlendikten sonranın da kurallarını koyar. Eğer içinde bulunduğunuz topluluğa bir aidiyet bağınız varsa bu kuralların dışına çıkmanız hiç de kolay değildir. Giyim, makyaj, saç şekli, dini inanış, hobileriniz, vücut şekliniz, konuşma tarzınız, siyasi görüş ve duruşunuz ve daha neler neler o kazanın bekçilerince denetlenir. Yeni adı mahalle baskısı olan sosyal baskılar veya işyerlerinin korkulu rüyası mobing de bu kazanda pişirilmiştir. Dışlanmayı göze alabildiğiniz ölçüde bağımsızlığınızı korursunuz, ancak kaçımız kendini tümüyle toplumdan yalıtılmış yaşayabilir, bilmek isterim doğrusu.
Dedikodunun ışıktan hızlı yayıldığına dair söylentiler vardır, kulak asmayın bu dedikodulara. Bizim orada felan feşmakan üniversitesi fizik bölümünde çaycılık yapan bir arkadaş var, iyi biliyor, dedikodunun yayılma hızı ışığınki kadar olamıyormuş. Dedikodunun yayılma hızı, konunun o toplulukta ne ölçüde “normal” dışı olduğuyla yakından ilgilidir. Örneğin çok mazbut, eşinden yeni ayrılmış, genç “F” Hanım, karizmatik, yakışıklı ama evli “B” Bey ile birlikte yemek yerken görülünce belediye hoparlörlerinden yayın yapılmış gibi olur. Dedikodu kazanı “F” Hanımı kısa zamanda kaynatır, “adam eder”. “Adam olmayan” “adam edilemeyen” kadın ve erkekler de var elbet, onlar da başka bir yazımın konusu.
Dedikodunun, ötekileştirmenin ideolojik aygıtlarından biri olduğu anlaşılıyor. Ama dedikodu bazen, aygıt olduğunu unutup ideolojinin bizzat kendisi olur. Öteki olmanın suça dönüştüğü, toplumun birbirine kırdırıldığı, tek düşünce, tek doğru, tek adam kültürünün şiddeti de kullanarak iktidar olmasını kastediyorum. Abdülhamid’in 1881- 1908 arasında kurduğu “polis devleti” bunun örneklerinden sadece biridir. Ruhen kuruntulu, güvensiz kişilik yapısı, kendisine getirilen en abuk sabuk jurnalleri bile ciddiye alan Abdülhamid’in kurduğu baskıcı yönetim, dedikoduyu korkulu bir yönetim biçimine dönüştürmüştür. Bugün de, hem ülke yönetiminde hem de yerel yönetimlerde çok sık görüyoruz dedi ve kodudan beslenen yönetim biçimlerini. Yönetimin, karar organlarının icrasını ölçecek nesnel ölçütleriniz yoksa, dedikodu kazanından kepçenize ne çıkarsa onunla ülke ve/veya kent yönetirsiniz.
Dedim ya, dedikoduyu severim, rahatlatıcıdır, depresyona ve anksiyeteye iyi gelir, ama akıl dışı ile sıra dışını birbirinden ayırt edemeyen bu kazana, kepçe de bekçi de olamam, o kadar…