HAYVANLAR, HAYVANSEVERLER VE YEREL YÖNETİMLER

Yazımın başlığında “hayvansever” ifadesi olsa da bu kelime ile aramın nahoş olduğunu bilmenizi isterim. Her şeyden önce insanların hayvanlarla olan ilişkilerini sever, sevmez gibi sınıflamayı doğru bulmuyorum. Ama daha önemlisi “hayvansever” kelimesinin kendisini anlatmayan, fiyakalı, içi boş bir sözcük olduğu kanaatindeyim. Eminim şimdi bana “ohhooo, bizde bu fiyakalı, içi boş olanlardan bir dolu var, bir eksik bir fazla…..” diyeceksiniz, haklısınız. Sonuç olarak yazının gerisini okurken hayvansever ifadesini “hayvanlara muhabbet besleyen” olarak değil, “hayvanların hakları ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mücadele eden” olarak okursanız anlaşmamız kolay olacak.

Johannes Diaconus’un IX. yüzyılda yazdığı Vita isimli eserinde inzivaya çekilen bir keşişin sahip olduğu tek şey bir kedidir, yoksulluğu simgeler. Ama aynı zamanda erken ortaçağdan bu yana kedilerin masalsı bir zenginliği temsil ettiğini ve günümüze kadar ulaşan Çizmeli Kedi masalının erken ortaçağa ait bazı öykülerin devamı olduğunu görüyoruz. En ilginci, tarih boyunca zenginlik ve yoksulluk simgelerinin yanında şeytaniliğin, nankörlüğün ve sadakatsizliğin simgesi de olmuştur kediler. Antalya’da Kadın Yarı ismi verilen uçurumun hikâyesi dramatik ve düşündürücüdür: Eşini aldatan “sadakatsiz” kadınlar içi kedi dolu bir çuvalın içine konur ve Kadın Yarı uçurumundan aşağı atılırlarmış.

Çok yıllar önce oturduğum evlerden birisi, zemin katta,  kapısı doğrudan bahçeye açılan şirin bir evdi. Yılın sekiz ayı bahçede geçtiği için sokak hayvanları ile bir tür komün hayatı yaşıyorduk. Sokağın çok yaman bir dişi kedisi vardı,  yavrularından birinin gözünde oluşan enfeksiyonu göz damlası ve merhemi ile iyileştirmemden sonra bizim bahçeyi mekân tuttu. Soğuk bir kış gecesi, “İzmir’in kışından ne olur” demeyin, soğuk ve sert bir rüzgârla yağmurun harmanlandığı sıra dışı bir geceydi. Geç vakit evin kapısı vuruluyor ve dışardan can hıçkıran sesler geliyor, “kedidir, kedidir o” denecek sesler değil, biraz korkarak açıyorum kapıyı, karşımda yavrusunu tedavi ettiğim dişi kedi, önünde iki minik yavrusu, bana bakıyor, yavruları benim önüme doğru sürüyor birkaç santim, yeniden bana bakarak aniden dönüyor ve karanlığın içinde kayboluyor.  Yavrular zorlukla da olsa hayata tutunuyor, bahar geldiğinde sokağın yaşamına katılmış iki sağlıklı kedi daha var. Şimdi kimse bana “sokak hayvanlarını keselim, biçelim, zehirleyelim, Avrupa’da sokaklarda hayvan mı var” falan demesin, yavrularının yaşamını kurtarmak için kapımı çalan, yavruları doğru adrese teslim ederken akıl ve duygu ilişkisini en az insanlar kadar iyi kuran bir canlı türünden söz ediyoruz.  Kanaatim odur ki, sokak hayvanları konusunda bütün ezberlerimizi yeniden sorgulamak zorundayız.

Ağzımızdan “insan hakları” lafı hiç düşmüyor. Fikrimize, keyfimize, dünya bakışımıza dokunulunca yerimizden zıplıyoruz, “insan hakları” diye. Ama bu ne anlaşılmaz bir haktır ki, fikrini, duruşunu, falanını, filanını beğenmeyince “insan değil bunlar, hayvan” deyiveriyoruz. İnsanın tanımı üzerinde tartışılmaz bir fikir birliğimiz olmayınca, insan haklarını sadece bizim uygun gördüğümüz insanlar için uygulanacak bir keyfiyete sıkıştırıyoruz. Tarihçiler insan haklarına ait en eski belgenin 1215 tarihli Magna Carta anlaşması olduğu konusunda anlaşıyorlar. Kral John ile baronlar tarihte ilk kez kralın yetkilerinin sınırlandırılması konusunda bir belgenin altına imza koyuyorlar. Ancak günümüzün insan hakları açısından baktığımızda ciddi bir sorunumuz var: Anlaşmada kral karşısında bazı haklar elde eden insanlar sadece baronlar. Çok doğal, çünkü kraliyet ailesi ve baronlar dışındaki halk insan tanımına girmiyor. 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin en can alıcı noktası insanın tanımı üzerinedir, hiç bir istisna tanımadan insan olarak doğan herkes bu hakların sahibidir. 1215 yılından 1948 yılına kadar alınan merhaleyi küçümsemek mümkün değil, ama artık bir adım ötesine gereksinimimiz var. Artık insan hakkı anlayışımız, sadece insanlara ait temel haklarla yetinmeden; içinde yaşadığımız dünyaya, canlılara, doğal dengeye, çevreye karşı olan sorumluluklarıyla bütünleşmiş, insanı dünyanın tek ve mutlak efendisi olarak görmeyen, ahlaki algısı dinlere dayalı olmayan bir insan ve yaşam hakları anlaşmasını gündemimize almak durumundayız.

Kent sokaklarını hayvanların ve insanların birlikte paylaştıkları doğal bir yaşam alanı olarak görmek hiç doğru değil kanımca; sokak hayvanları, akıldışı bir insan düzenlemesi olan kentsel planlamanın ve sakat bir kentlilik bilincinin çarpık ürünlerinden sadece biri. Doğaya, canlılara uygun olarak geliştirilmemiş bir kentsel alanı sokak hayvanlarının doğal yaşam sürdürebilecekleri bir faunaya dönüştürme düşü, hayvanların ve insanların birlikte acı çekecekleri anlamsız bir ütopyadan ibarettir. Ama bunu düzelteceğim diyerek hayvanları sokaktan toplamak, onları depolama alanlarına tıkmak akıl almaz bir zalimlik. Sorunun tek çözüm yolu hayvanların kısırlaştırılması ve orta uzun vadede sokak hayvanlarının doğal yaşam sürelerini tamamlanmasını beklemek. Bu süre içinde de hayvanların sokakta nispeten mutlu bir yaşam sürmelerini sağlamak zorundayız. Ancak çözülmesi zor bir havuz problemimiz var. Yani, bir yandan kısırlaştırıp öte yandan ise sokağa salınan hayvanlara engel olamamak altı delik bir kovayı doldurmaya benziyor. Evlerde sahiplenilen, internet üzerinden veya her tür yoldan satılan, dağıtılan tüm hayvanlar kesin olarak kayıt altına alınmalı, kayıt dışı hayvanlarla ilgili sert, caydırıcı para cezaları getirilmelidir. Aksi halde kendisine kardeş yapılamayan çocuğun yalnızlığına çare olsun diye eve alınan kayıtsız köpeklerin bir kaç ay veya yıl sonra sokağa bırakılması, kısırlaştırma projelerini anlamsız ve değersiz kılar.

Dünyanın en büyük hayvansever örgütlenmesi hiç kuşkusuz PETA. İki milyon üyesi, sıra dışı eylemleri olan örgüt özellikle hayvan deneyleri, kürk çiftçiliği ve hayvanların eğlence sektöründe kullanıldığı boğa güreşi, horoz dövüşleri, sirk hayvanları alanındaki çalışmaları ile tanınıyor. Bazı sert eylemleri ile zaman zaman “terörist” damgası ile de etiketleniyor. Yalnızca PETA değil, ülkemizde de hayvanların yaşam hakları üzerine çalışan örgütlerin farkındalık yaratmak, kendilerini yerel ve merkezi otoriteye kabul ettirebilmek için sıra dışı girişimlerini izliyoruz. Bazı hayvanseverlerin, konu acı çeken, çektirilen hayvanlar olunca takındıkları uzlaşmaz ve katı duruşlarının yerel yönetimlerde, medya ve sosyal medyada çirkin bir biçimde etiketlenmeye çalışılmasına çok sık rastlıyorum. Hatta daha ileriye giderek hayvanseverlerin uyumsuz, geçimsiz, nörotik özellikli kişiler olduğuna dair açık ve gizli pek çok yorumlarla karşılaşıyorum. Önce bir konuda anlaşmak zorundayız, bir kişinin kendini toplumun bir sorununa adamış olmasının altında nasıl bir ruh hali olduğuna bakmak veya bu konuda herhangi bir imada bulunarak eleştirmek sadece çirkinlik, densizlik ve kendini bilmezlik parantezi içinde kalır, nokta.

Bu yazıyı yazmamın en büyük sebebi bir kaç gün önce falan feşmekân büyükşehir belediyesinin yaralı hayvanların hizmetine sunmak üzere aldığı hayvan ambulansına ait haber oldu. Sosyal medyada gördüğüm çok sayıdaki olumlu yoruma bir anlam verebildiğimi söyleyemeyeceğim. Devasa bir büyükşehir için tek ambulansın yeterliliği bir yana, müdahale edilen hayvanlara yönelik donanımlı bir sokak hayvanları hastanesi yoksa o ambulans buram buram gösteriş kokar. Aslında yerel yönetimlerin sokak hayvanlarına yönelik politikalarını ve bu konudaki başarılarını anlamak için minik ve sağlam ipuçları, hatta ölçekler bulunuyor. Bazılarını sizler de biliyorsunuz; geçici veya kalıcı barınaklar hangi malzemeden yapılıyor, beton ve demir ağırlıklı ise sıfır puan, kısırlaştırma yapılıyor mu, yapılmıyorsa sıfır hatta eksi puan, kısırlaştırma operasyonları gazete kâğıdı üzerinde yapılıyorsa, sıfır puan…  Ama çok önemli ve az bilinen bir ölçek daha var, bu ölçek bir yerel yönetimin tüm hayvanlara yönelik çalışmalarının sonuçlarını şaşmaz bir ibre gibi gösteriyor:Veteriner müdürlüğü o belediyenin sürgün yeri olarak kullanılıyor mu?
Kullanılıyorsa, kartları yeniden dağıtın, oyun yeniden başlasın…

Kaynakça
ECO, Umberto, Ortaçağ, Alfa Yayınları, 2014

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s