Kimi zaman kadınlar kocalarının içki ve sigaralarına karıştığında, erkeklerin bilindik tepkisi herkesçe malumdur, “Bir içkim var zaten, ona karışma bari”. Yazımın başlığını görünce “Hocam bari buna bulaşmayaydın, bir dedikodumuz kaldı ağız tadıyla yaptığımız, bu da bize kalsın hiç değilse” diyenleriniz olduğuna eminim. Peki peki, korkmayın; hep söylerim, dedikoduyu severim, depresyona ve anksiyeteye iyi gelir. Rahatlatıcı ve ferahlatıcı bir etkisi vardır. Tabii dedikodusu yapılanlara nasıl gelir, topluma ne getirir ne götürür konuşacağız. Ama bir iddiada bulunmak isterim, toplumumuzun dedikodu yapma kapasitesi ile Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları arasında derin, doğrudan ve anlamlı bir ilişki vardır, nasıl mı, okumaya devam…
Dedikodunun tarihini ne kadar geriye kadar götürebiliriz dersiniz, öyle sanıyorum ki, Adem ile Havva’ya üçüncü bir kişi katılmasıyla dedikodu müessesesi çalışmaya başlamıştır. Eğer şu ünlü “elmayı yedin, yemedin” tartışmasını izleyen iki kişi olduysa, “bak gördün mü şu Havva’yı, her türlü fettanlık onda, yasak masak yedi elmayı, yaktı Adem’in başını” dedikodusu mutlaka yapılmıştır, emin olun.
Önce şu dedikodunun tanımında anlaşalım mı, anlaşalım ki hepimiz aynı şeyi anlayalım. En az iki kişinin, en az bir kişiyi sanal bir masaya yatırıp, üzerinde, sosyolojik, ekonomik, psikolojik, biyolojik, tıbbi, sanatsal, siyasi, etik ve hatta antropolojik neşterler kullanarak yaptığı analizsel otopsiye dedikodu diyoruz. Anlayacağınız dedikodu yapmanın ilk şartı “biz” olmaktır, “biz” olan dışındaki herkes “ötekidir”. Dedikodu, biz olanın öteki olana karşı olan kadim düşmanlığının adıdır. Dedikodu yapanlar, öteki/ötekilerin dünyasını tartışır görünürler ama gerçekte anlattıkları sadece kendileridir. Dedikodu yapan, öteki olana ait anlayamadığı tüm değerleri kendi birikim ve değer yargıları ile ölçer, biçer ve sınıflandırır. Bu konuda size güzel bir hikâyecik anlatacağım, beğeneceksiniz.
Öykümüz 20. yüzyıl başlarında İstanbul’da geçer. Şair, felsefeci, siyaset adamı Rıza Tevfik (BÖLÜKBAŞI) ve bir arkadaşı çarşıda dolaşırken iri yapılı bir hamala rast gelirler. Rıza Tevfik’in arkadaşı hamalı tanır ve ikisini tanıştırır. Hamal için “çarşının en kuvvetli hamalı”, Rıza Tevfik için ise “büyük bir filozof” der. Rıza Tevfik sporla ilgili olduğu gibi, o aralar ağırlık çalışmaları yapmaktadır. Hamala sorar, “kaç okka yük taşıyabilirsin” diye. Hamal, “falanca okka yük taşırım” der. Rıza Tevfik ise hamalın söylediği ağırlığın neredeyse iki katını taşıyabileceğini söyleyince, hamal, “begim, yalan söylüyorsun diyemem ama söylediğinin yarısını bile taşıyamazsın” der. Rıza Tevfik hamalın sırtlığını takar ve söylediğinin bile üstünde yükü yüz metre boyunca taşır. Hamalın ve diğer meraklıların hayret dolu bakışları altında yoluna gider. Bir zaman sonra aynı hamal bir arkadaşı ile kahvede otururken Rıza Tevfik oradan geçer. Yanındaki arkadaşına eğilen hamal, “iyi bak bu adama, ona Irıza Beg derler, katır gibi yük taşır” der. Hamalın dünyasındaki en önemli değer, taşıdığı, taşıyabileceği yüktür, onun gözünde Rıza Tevfik’in filozofluğunun zerrece önemi yoktur.
Dedikodunun en önemli özelliklerinden birisi toplumun ahlaki normlarının, değer yargılarının pişirildiği bir kazan oluşudur. Dedikodu kazanı kadın ve erkeğin ilişkilerine sınırlar çizer. Kimin kiminle, ne zaman, nasıl, nereye kadar ilişki kurabileceğini belirler. Evlenmeden önce, evlenirken, evliyken ve hatta boşandıktan sonrasının bile kurallarını koyar. Eğer içinde bulunduğunuz topluluğa bir aidiyet bağınız varsa bu kuralların dışına çıkmanız hiç de kolay değildir. Giyim, makyaj, saç şekli, dini inanış, hobileriniz, vücut şekliniz, konuşma tarzınız, siyasi görüş ve duruşunuz ve daha neler neler o kazanın bekçilerince denetlenir. Yeni adı mahalle baskısı olan sosyal baskılar veya işyerlerinde çalışanların korkulu rüyası mobing de bu kazanda pişirilmiştir. Dışlanmayı göze alabildiğiniz ölçüde bağımsızlığınızı korursunuz, ancak kaçımız kendini tümüyle toplumdan yalıtılmış yaşayabilir, bilmek isterim doğrusu.
Dedikodunun fena bir huyu vardır, sizi bilmem ama ben hiç sevmem, daima var olanın devamlılığını savunur, tutucudur ve yeni olana alabildiğine düşmandır. Ne tesadüf, sağ siyasi görüşlerin de hayata ve geleceğe ilişkin tutumu tıpatıp aynıdır. Bu nedenle siyasetin dedikodu dili tutucu ve sağcıdır. Bir kişinin siyaset alanına arz-ı endam etmesi, onun nereli ve kimlerden olduğunu, cinsel tercihlerini, hastalıklarını, dini inançlarını önemli hale getirmez. Oysa eleştirinin bittiği, yetmediği yerde, yeni bir dil, yeni bir siyaset yapma üslubuna sahip olan kişileri paçavraya çevirmek için dedikodu mekanizmaları uyumaz, hazır asker bekler. Kemal Kılıçdaroğlu’nun annesinin Yahudi olduğu, Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Türk olmadığı iddiaları veya CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın özel yaşamına ilişkin saldırılar hep aynı sağ duruşun bir ifadesi olarak çıkar karşımıza.
Dedikodunun, ötekileştirmenin ideolojik aygıtlarından biri olduğu anlaşılıyor. Ama dedikodu bazen, aygıt olduğunu unutup ideolojinin bizzat kendisi olur. Öteki olmanın suça dönüştüğü, toplumun birbirine kırdırıldığı, tek düşünce, tek doğru, tek adam kültürünün şiddeti de kullanarak iktidar olmasını kastediyorum. Abdülhamid’in 1881- 1908 arasında kurduğu “polis devleti” bunun örneklerinden sadece biridir. Ruhen kuruntulu, güvensiz kişilik yapılı, kendisine getirilen en abuk sabuk jurnalleri bile ciddiye alan Abdülhamid’in kurduğu baskıcı yönetim, dedikoduyu korkulu bir yönetim biçimine dönüştürmüştür. Günümüzde, hem ülke yönetiminde hem de yerel yönetimlerde çok sık görüyoruz dedi ve kodudan beslenen yönetim biçimlerini. Yönetimin, karar organlarının icrasını ölçecek nesnel ölçütleriniz yoksa dedikodu kazanından kepçenize ne çıkarsa, onunla ülke ve/veya kent yönetirsiniz.
Önümüz seçim, adayları dikkatle izliyoruz, kimler ötekileştirmeden ve değişim korkusundan besleniyor ve bu korkuyu toplumun en hassas noktalarına taşıyorsa, bizi Abdülhamid’in dünyasına, onun tek adam olma karanlığına çekiyor demektir.
Dedim ya, dedikoduyu severim, rahatlatıcıdır, depresyona ve anksiyeteye iyi gelir, ama akıl dışı ile sıra dışını birbirinden ayırt edemeyen bu kazana, kepçe de bekçi de olamam, o kadar…