SAĞLIKTA FARKINDALIK: ÖLE ÖLE DEĞİL, FARKINDA OLA OLA

Sosyal medya “arkadaşlarımın” bazılarını ellerindeki bir kova buzlu suyu kafalarından aşağı döker görmesem bu konuda yazmayı aklımdan bile geçirmemiştim. Artık herkes biliyor, ALS (Amyotrofik Lateral Skleroz) hastalığına farkındalık oluşturmak için geliştirilmiş Ice Bucket Challenge adını taşıyan eylem, sosyal medya vasıtası ile hızla yayılıyor. Eylemin orijinal şekli şu, kendisine meydan okunan kişi ya kafasından aşağı bir kova buzlu su döküyor, dökemiyorsa ALS hastaları için kurulan derneğe bağışta bulunuyor. Ülkemiz sosyal medyası eylemin buzlu su kısmını iyi anlamış, kovayı kapan kameraların karşısına geçiyor. Ama iş ALS hastaları için bağışta bulunmaya gelince banka dekontlarının sosyal medyada paylaşıldığına şahit falan olmadım.  ALS’li hasta yakınlarının kurduğu dayanışma derneklerine bağış kısmını saymazsak projenin farkındalık yaratma konusunda oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Yontma Taş Devrinden bu yana insanlık tarihinin gördüğü en fiyakalı çağ olan Cilalı Medya Devri’ni yaşadığımıza göre kameralar karşısındaki gösterişli bir eylemin başarısına şaşmamak gerekli. Ama nedir, kafasından aşağı bir kova buzlu su dökme eylemi aslında hiç de masum ve eğlenceli bir eylem sayılmamalıdır. Özellikle birkaç soğuk bira içtikten sonra bu eylemi yapan kişiler inhibisyon nedeniyle ani ölüm riski ile karşı karşıya kalırlar. Hele kalp damar hastalıkları için yüksek risk oluşturan hipertansiyon, obezite, hareketsiz yaşam, sigara içimi vb. durumlarda buzlu su eylemi ölüme meydan okumaya dönmektedir. Ülkemizde hastalığa meydan okuma ve hastalıklara karşı takınılan tutum, bize özgü bir hurafe kültürünün parçası olmuştur. Bir hastalığa farkındalık oluşturmak için yapılan eylemin aktörleri çoğu kez kendi sağlıkları hakkında bir farkındalığa sahip değildirler. Bu yazımda ülkemiz hurafe kültürünün sağlık ayağının bir ucunu kaldırıp size göstermeye çalışacağım, buyurun okumaya devam.

 

Sanırım hastalıkları ola ola değil, hatta öle öle de değil, farkında ola ola öğreneceğiz. Kızamuk Ağıdı’nı duymuşluğunuz var mıdır, Ceyhun Atuf Kansu’nun ünlü şiiri. Farkındalık yaratmak mı demişti biriniz, işte budur:

“…………………………….

Ben gördüm bu köyü, damlarının altında,

 

Çocukları kızamuk döküyor,

 

Gözleri, göğüsleri, yüzleri, ah bırakılmış tarla,

 

Gelincikler arasından öyle masum bakıyor.

 

 

Habersiz hepsi, kızamuktan ve ölümden,

 

Kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz,

 

Ve düşmüş bir gül oluyorlar birden,

 

Bebekler ölüyor, ölümden habersiz.

 

…………………………………………….

 

Ben bir günde yirmi üç küçük ölünün,

 

Gömüldüğünü gördüm bu köyde kızamuktan,

 

Ya siz ne gördünüz, söyleyin, söyleyin,

 

Bir şey söyleyin, bir şey söyleyin uzaktan.”

 

Şiirin tamamını yazmadım, biraz gayretle tümünü bulup okuyabilirsiniz, öneririm. Ömer Seyfettin’e ne demeli, Kaşağı adlı öyküsünde kuşpalazı (difteri) hastalığının ipliğini pazara çıkarır, yarattığı Hasan adlı çocuğun ölümü pahasına. Hele verem, dünya edebiyatında kanlı balgam ve ciğerleri deşen öksürüğü şablon haline getirivermiştir. Faruk Nafiz Çamlıbel’in unutulmaz Han Duvarları şiirinin bir kısmında verem de kendine bir yer bulmuştur. Farkındalık yaratmak mı demişti biriniz, buyurun:

 

“……………………..

 

Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık,

 

Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla,

 

Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!

 

Garibim namıma Kerem diyorlar

 

Aslı’mı el almış haram diyorlar

 

Hastayım derdime verem diyorlar

 

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben”

 

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,

 

Korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.

 

Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!

 

Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!

 

Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,

 

Post verenler yabanın hayduduna kurduna!

 

 

Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:

 

Hancı dedim bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?”

 

Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,

 

Dedi:

 

Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”

 

ALS için farkındalık yaratma projesinin başarısı gerçekten göz kamaştırıcı, geçenlerde bindiğim taksinin şoförü hastalığın tam adı olan amyotrofik lateral sklerozu öyle düzgün telaffuz etti ki kendisinin tebdili kıyafet gezen Nobel tıp ödüllü bir tıp adamı olduğundan şüphelendim. Sağlıkta farkındalık önemli, sıtma, tifo ve verem hortladı, hortlayacak, çocuk felci güneydoğu sınırlarımızdan içeri sessizce geçti, geçiyor. Özellikle Suriye ve Irak sınırlarımıza çaresizce dayanan on binlerce insan, kaçtıkları ülkelerin birikmiş sağlık sorunlarını ve bulaşıcı hastalıklarını taşıyorlar yanlarında. Ülkemiz, karantina tedbirlerindeki ihmaller ve kötü yönetilen sığınmacı/mülteci krizinin bedelini oldukça ağır ödüyor, ödeyecek. ALS gibi yüz binde 1-2 kişide görülen bir hastalığa karşı toplumsal duyarlığın geliştirilmesi gerçekten çok sevindirici. Nedir; ya bir, iki diye değil, onlarla yüzlerle saydığımız hastalıklar ve hastalıkları hazırlayan koşullar, hangi birini saymalı. Aşırı tuz ve şeker tüketimi, hareketsiz yaşam, sigara içimi, hazır gıdalara dayalı beslenme, denetimsiz gıda maddesi satışı, GDO’lu gıdaların piyasaya sürülmesi, insan ve çevre sağlığı tehdidine rağmen taş ocağı, balık çiftliği, altın madeni vb. işletmelere izin verilmesi ve daha neler neler… Sıtma yeniden kapımıza dayandı mesela. Sivrisinek mücadelesinin hala uçan sinekleri öldürerek yapılacağını sanan yerel yönetimleri eleştirenler, eski usul “dumanlı sislemeden” medet umuyorlar. Oysa erişkin sivrisineğe karşı yapılan mücadelenin av tüfeği ile sinek avlamaktan zerre kadar farkı yoktur, nokta. Size kestirmeden bir sır vereyim, bir bölgede arkasında dumanlar sala sala dolanan sinek ilaçlama aracı görürseniz bilin ki o yörenin belediyesi insan yaşamına ve çevreye zerre kadar değer vermediği gibi larva mücadelesinden de haberi yoktur. Sorsanız belediye başkanına, “halkımız duman istiyor” diyecektir, halkın cahilliğinin, hurafelerinin ve dogmalarının kuyruğuna takılmış belediye başkanları…

 

Yaşadığımız toprakların hurafe yaratma becerisi nasıl da zengin, günlerce konuşabilir, ciltlerce yazabiliriz bu konuda. Başımdan geçen bir olayı bir hikâyeciğe çevirip bu yazının içine yapıştırıyorum, sanırım beğeneceksiniz: Yıllar ve yıllar önceydi, Doğu vilayetlerinden birinin haritada görmesi bile müşkül bir ilçesindeyim, “tabip asteğmen” sıfatı ve “vatani vazife” nedeniyle bir askerlik şubesinde gençlerin askerlik muayenesini yapıyorum. O zamanların usulünce benimle beraber bir sivil hekim ve ilçenin bürokrasisinden dört beş kişiyiz, askerlik komisyonu diye bir kurul işte. İlçenin merkezinden gelen gençlerin yanı sıra köylerden gelenler de var. Gördüğüm bazı manzaraları Egeli bir insanın akıl ve duyusuyla kavraması kolay değil. Adına pantolon dediği bir kumaş geçirmiş bacaklarına, düşmesin diye iple bağlamış. Nüfus cüzdanı, dönüş için yol parası, öğleyin yiyeceği yufka ekmeği ve çakıl taşı görünümlü peynir hep birlikte bir çıkına sarılmış. Kimisi ilkokul mezunu görünüyor ama aslı yok, adını bile zor yazıyor. Yoksulluk ve cahillik birbirine öyle sıkı tutunmuş ki, hem birlikte olmaktan mutsuz hem de diğeri olmadan yapamayan evli çiftlere benziyorlar, kenetlenmişler birbirine. Ben her gün onları görüp hiç bir şey yapamamanın karamsar tatsızlığı içinde ve tüm komisyon üyelerine rağmen onlara nazik ve insan gibi davranmakla avutuyorum kendimi. Sayılı gün, geçip gidiyor günler, o ilçedeki son günüm, ertesi gün yine başka bir ilçenin yolunu tutacağım. Ama o sabah askerlik şubesinin önü kalabalık, sıra dışı bir insan kalabalığı var, yaşlılar, kadınlar, çocuklar itiş kakış ve huzursuz bir kalabalık. Üstüne üstlük jandarmalar çevirmiş etraflarını, öylesine bekleşiyorlar. Uzun sürmüyor öğrenmem, askerlik muayenesine gelecek bir genci, bir çocuğu bekliyorlar. Bir dokunma ve bir kaç Arapça söz söyleyince her hastalığı iyileştirme gücüne sahip olduğuna inanılan bir çocuk. Birazdan etrafını sarmış akrabalarının eşliğinde, korumasında geliyor, bekleyenler çığlıklar atarak, ağlayarak ona ulaşmaya dokunmaya çalışıyorlar. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmaya hazır pencereden seyrediyorum olanları, sanki bir zaman tünelinin bir ucundan ortaçağın en karanlık günlerini izler gibiyim. Biraz sonra karşıma dikiliyor, zayıf, gözleri çukura kaçmış, güneş görmemiş beyaz teni ve alabildiğine boş bakan gözleriyle karşımda. Ağır zihinsel özürlü bir çocuk bu, değil askerlik yapmak tek başına hayatını sürdürmesi bile olanaksız. Ailesiyle yaşadığı ıssız köydeki evin önünde günlerce, haftalarca beklermiş insanlar, hastalığına göre bir tavuktan bir ineğe kadar değişen bağışlar karşılığında dokunurmuş hastalara, bazıları yeminler ediyormuş, “felçli girdi koşarak çıktı” diye. Bu çocuk yoksullukla cahilliğin tutkulu ve hastalıklı aşkının gerçek bir meyvesiydi, acı ve buruk bir meyve.

 

Bir ülkenin çökmesi sadece ekonomik ve siyasi alanlarda olmaz, çöküp giderken yanında eğitim, sağlık, ahlak, insan hakları, kültür ve sanat, hukuk gibi temel tüm değerlerini de götürür, topluma hurafe kültürü ve bağnazlık egemen olur. Sosyal medyada kafasından aşağı bir kova buzlu su dökenleri izlerken, daha nelerin farkında olmak zorunda olduğumuzu kendimize ve çevremize söylemek gibi bir sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum.

 

Peki, ne yapmalı diyeceksiniz, cevabı yıllar önce Wilhelm Reich vermiş, Dinle Küçük Adam adlı kitabında: Sevgi, bilgi ve çalışma…

 

 

Kaynaklar:

 

  1. Kansu, Ceyhun Atuf, Tüm Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1978.
  2. Seyfettin, Ömer, Kaşağı, Sis Yayınları, 2010.
  3. Çamlıbel, Faruk Nafiz, Han Duvarları, Yapı Kredi Yayınları, 2003.
  4. Reich, Wilhelm, Dinle Küçük Adam, Cem Yayınları, 2006.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s