Öğretmenler günü başta olmak üzere pek çok yerde ve pek çok kez dinledik bu şarkıyı, şimdinin çocukları da dinlemeye, söylemeye devam ediyorlar:
“Öğretmenim canım benim, canım benim
Seni ben çok, pek çok severim
Sen bir ana, sen bir baba,
Her şey oldun artık bana
Okut, öğret ve nihayet,
Yurda yarar bir insan et.”
Özlü sözlerimizde, şarkılarımızda, şiirlerimizde öğretmenlerimizi koyacak yer bulamıyoruz, bir harf öğretenin kölesi oluyoruz mesela. Rotasını “Bir gün her okul imam hatip olacak” istikametine çevirmiş bulunan Milli Eğitim Bakanlığı’nın internet sitesinde gördüğüm bir Atatürk sözü karşısında bakakalıyorum ekrana, belli ki unutulmuş kalmış orada…
“Öğretmenler! Cumhuriyet sizden, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”
“OKULLAR AÇILIYOR” başlıklı yazı dizimin ikincisi ile karşınızdayım. Bu bölümde konumuz öğretmenler. Sorunlar dağ gibi, sadece başlıklarını yazsam üç köşe yazısı çıkar. Atanmayan öğretmenlerden, taşeron öğretmenlere ve atanıp da kıskaca alınmış öğretmenlerin yürek burkan öykülerini tanıyor ve dinliyorum. Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek gibi bir görevi ve sorumluluğu var öğretmenlerin. Yurda yararlı bir insan yetiştirmekten çok daha net, çerçevesi iyi çizilmiş, görev tanımı açık, tartışmaya yer yok: Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür. Hiç kuşkusuz bu özelliklere sahip bir nesil yetiştirmek için bu vasıflara da sahip olmak gerekiyor, “çocuklara tembih ettim, ödev de verdim, fikirleri, vicdanları ve irfanları hür olsun” demekle olmuyor, kaldı ki bunu demek için bile önce inanmak ve de “olmak” gerekiyor. Oysa insana, doğaya, topluma değer vermeyen, hemen hiç okumayan, yıllar ve yıllar boyunca kelimesi kelimesine aynı şeyleri anlatan, şehir efsanelerinden beslenen, kendini yetiştirmeyen, ruhsal ve sosyal sorunlarının içinde boğulmuş, tükenmiş öğretmenlerin sayısı giderek artıyor. Size bir hikâyecik anlatacağım, hemen hemen tümüyle gerçek. Biraz süslediğimi, orasını burasını kırptığımı, azıcık da olsa üfürdüğümü itiraf ediyorum, ancak eli kalem tutanın elini tutmak kolay değildir, her ne ise, gelelim öykümüze:
Dili ve konusu çetin olan kitapları okumak için en uygun olan yerlerin yüksek ağaçlar altına kurulmuş kafeler olduğunu düşünürüm. Kısa bir süre önce ucu sivri kurşunkalem eşliğinde, böyle bir kafede gömülmüşüm kitabıma. Okulların açılmasına iki hafta kala öğretmenlere yönelik seminerler başlar, bu seminerlere eğitimci olarak pek çok kez katıldığım için rahatça söyleyebilirim, çoğunun kimseye zerre kadar faydası yoktur, “dostlar alışverişte görsün” diye yapılır durur yıllardır. İşte kitabıma tam gömülmüşken yan masama yerleşmiş seminer molasına çıkmış üç öğretmenin konuşmasına kulak oluveriyorum, nasıl olmayayım, içlerinden biri davudi sesiyle diğer ikisine “hayat bilgisi” dersi veriyor. Yan masalara kulak kabartmak ayıp elbette ama benimki kabartma falan değil, düpedüz kulağımın içinde sohbet ediyor gibiler. Biri kadın üç kişiler, davudi sesli olanı ellili yaşların başlarında, vücut dili ve çehresi sert, zoraki babacan bir ifade takınmış gibi duruyor. Belli ki çalıştığı okulun eskilerinden. Diğer erkeğin yüzü akça pakça ama hem sessiz hem de poker oyuncularının ifadesiz duruşu var, her an “rest” deyivermesini bekliyorum, kırk yaşında ya var ya yok. Kadın öğretmenimiz genç, otuzuna yakın duruyor, okula yeni geldiği belli. Çayı şekersiz içiyor ama kaşığı ikide bir karıştırıyor şeker varmışçasına. Davudi sesli olanı hayat tecrübelerini kadın meslektaşına anlatıyor. “Bak şimdi hocanım, ben öğrencinin çalışkanını severim, tabii disiplinli de olacak, susmasını bilmeyen konuşmasını hiç bilmez. Zaten çalışkan değilse çocuk, anasına babasına bakacaksın, ya kapıcıdır ya da hurdacı, çoğu da doğuludur.” İkinci Dünya Savaşı Alman zırhlı tanklarının tepesindeki makinalı tüfeklerin acımasızlığı ve hızında etiketliyor öğrencileri: “Doğru dürüst Türkçe bilmeyen çocuğa ne öğreteceğim ben. Gerçi Türkçe öğrense ne olacak, zekaları da kıt bunların.” Genç kadının çay bardağını karıştırma hızı artıyor, “şimdi” diyorum kendime, “diğer ikisi öğretmenlik nedir öğretecekler”, hemen şimdi. Poker yüzlü olanın ve sinirini çay bardağından çıkaran genç kadının eğitimcilere yakışır bir atak yapmasını bekliyorum. “Haklısınız hocam” diyor genç kadın, “eğitim ailede başlar, aile eğitmediyse öğretmen ne yapsın.” “Eyvah ki eyvah” diyorum kendime, bu fos çıktı, şimdi tek umudum “poker face” olanında. İki kazan kaynar su dökülüyor tepemden aşağı, bütün dünya ona düşman bir ses tonuyla ilk kez konuşuyor, “Bunların anası babası her şeyi dayakla öğretiyor, derisini yüzmezsen adını soyadını yazmayı bile öğrenmezler.” Diğer ikisine yeterli söz hakkı verdiğine kanaat getirmiş olacak ki yeniden sözü kapıyor davudi sesli olan. Zaman makinası ile gelmiş olmalı buraya, yoksa Gestapo subayı olduğundan şüphelendiğim bu adamın öğretmen kılığında ne işi olabilir burada. “Hocanım, öğrenciyle aranda iki metre mesafe olacak, yaklaştırmayacaksın kendine, gözünle ölçeceksin bir bakışta, iki metreye gelince hop duracak orada” diyor. “O niye ki” diyor genç kadın, çay bardağını oda orkestrasına çevirmiş durumda, sesi titrek, vücudu yay gibi gerilmiş. “Biiiir” diyor Nazi subayı, “öğrenciyle laubali olmayacaksın, mesafeni koruyacaksın”. Kendi sandalyemi bir karış uzaklaştırıyorum diğer masadan, iki metreden yakın durmak tehlikeli görünüyor… “İkiiii” diye gürlüyor, “biraz yaklaştırırsan kendine, hemen şikayet ederler taciz ediyor beni diye, kendini savcının, hâkimin karşısında bulursun.” Başını sallıyor iki yana genç kadın, artık boş bardağı karıştırırken çay bardağı konçertosuna geçmiş durumda. “Ben çok zayıfım öğrencilere karşı, hemen boynuma sarılıyorlar, ‘canım öğretmenim, canım benim’ dediklerinde gevşeyiveriyorum hemen, başımı derde sokacaklar bir gün” diyor. “Poker yüzlü” ikinci ve son kez konuşuyor, “Hocanım, çak iki tane, bak bir daha sarılıyorlar mı?”
30 yıl kadar önce mesleğe ilk başladığım Toros dağlarının haritalarda bile unutulmuş köylerinde hekimlik yaptım iki yıl. Beş sınıfa birden eğitim veren bir ilkokul öğretmeni tanımıştım. Köy enstitüsü mezunu bir öğretmenin yetiştirmesiydi, ellili yaşlarına gelmiş, tüm meslek yaşamında oradan buraya sürülmüştü. İki yıl olmuştu geleli. Benim çalıştığım köye yirmi kilometre uzak ve ulaşımı alabildiğine sapa bir köyün tek öğretmeniydi. Okulun arkasına marangoz atölyesi kurmuş, okulun biraz uzağında ise hem arıcılık hem de bu köyde olmaz denilen sera tarımı yapıyordu. Hayvancılıktan başka bir şey bilmeyen köyün çocukları marangozluk, arıcılık ve sera çiftçiliği öğrendiler. Haftada bir gün kocaman Rus motoruyla sağlık ocağına gelir beni köye götürürdü. Bir akşam orada kalır, hasta çocuk ve yetişkinlere bakar ve öğrencilere satranç dersi verirdim. On yıl sonra köy çevrenin en zengin ve kalkınmış köyü oldu, ortak öğrencilerimizden birinin yıllar sonra ODTÜ satranç şampiyonu olduğunu duyduğumda “bu ülkeyi hiç kimse yıkamaz” demiştim, yanılmışım!
Birkaç gün önce değerli bir dostumun işaret etmesiyle sosyal medyada bir müzik öğretmeninin çığlığı ile karşılaştım.1 Yan dalı resim, müzik veya beden eğitimi olan sınıf öğretmenlerinin, bir mevzuat düzenlemesiyle branş öğretmeni olmasına isyan ediyor, uzun yıllar boyunca bu konuda eğitim almış öğretmenlerin atanamayışlarına karşı bir çığlığı dile getiriyordu. On yıllar boyunca boş ders muamelesi yaptık, sıkışınca farklı branş öğretmenlerine resim/müzik öğretmenliği yaptırdık. Oysa okullarımızın duvarına kocaman harflerle yazıyorduk “Sanatsız Kalan Bir Milletin Hayat Damarları Kopmuştur” diye. Kim bilir hangi günlük politika veya “her yer imam hatip olacak” planının bir parçası olarak sanat eğitimi veren genç branş öğretmenleri biçilip atılmıştı. Her zaman bir kasıt aramışımdır sanat öğretmenlerinin ve sanat eğitiminin biçilmesinde. Haftada bir saat resim dersi koyup o dersi sarımsak çizdirerek geçirirseniz, bir gün 12 Eylül’ün faşist cuntasının bir generali Picasso resmine bakıp “bunu ben de yaparım” der ve o ülkenin milyonları “evet efendim, daha iyisini yaparsınız efendim” deyiverir. Kendisine sanatçı dedirten bir pop yıldızı resim sergisine katılır, gazeteciler ressamı, sergiyi bırakıp pop yıldızını fotoğraflamaya başlayınca “arkamdaki resmin renkleri elbiseme uymadı” der, ressam unutulur, pop yıldızı daha da yıldızlaşır. Öğretmenim, resim öğretmenim, canım benim, canım benim…
“Öğretmenler! Cumhuriyet sizden, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” sözü, bir meslek mensubuna verilmiş en büyük onur, ödül ve sorumluluktur. Nedir; ülkemizin “bir gün her okul imam hatip olacak” şeklinde formüle edilebilecek yeni eğitim politikası, neo -islami kapitalizmin hilkat garibesi olan sözleşmeli, taşeron öğretmen sistemi, fikri, vicdanı ve irfanı hür nesiller yetiştirmenin önünde aşılması güç bir engeldir. Önümüze serilmiş tüm karamsar tabloya rağmen sayıları çok olmayan aydın öğretmenlerimiz toplumumuzun geleceği için en önemli ışık ve umut olmayı sürdürüyorlar, sürdürecekler. Onların kendilerini, öğrencilerini ve çocuklarımızı iyi yetiştirmeleri, gerektiğinde de cesur olmaları için hepimizin desteğine gereksinim duyuyorlar, ben ve kalemim onların yanındayız, ya siz…
Kaynak:
1- Ytkn, Ali, 10 Eylül 2014 tarihli “Ben Bir Müzik Öğretmeniyim ve İSYAN EDİYORUM” başlıklı Facebook mesajı.