İçinde bulunduğumuz coğrafya giderek artan bir nefret dalgasının kan ve ateş rengine bürünmüş durumda. Nefretin kullandığı bir dil de var, yeni de değil üstelik. Bu yazımda nefretin dilini yazacağım ama bir hikâyecik anlatacağım önce, Güneydoğu Anadolu yöresinden binlerce insan öyküsünden biri.
24 yıl önce, Birinci Körfez Savaşı sıraları Suriye sınırına yakın 4-5 evden oluşan bir küçük yerleşim bölgesi. Evlerden birinden gençten bir subay çıkıyor, omuzundaki domino taşı asteğmen rütbesini, yakasındaki yılanlı işaret tıp doktoru olduğunu gösteriyor. Çıktığı yere ev diyorum ama lafın gelişi, üst üste konmuş taşlardan örülmüş dört duvar, pencere yok, içerisi kurumuş çalılardan oluşan 70-80 santimetre yüksekliğinde bir duvar ile ikiye bölünmüş. Büyükçe bölüm insanlar için küçük olan bölümse cılız üç beş tane küçükbaş hayvan için. Saddam Hüseyin’in kimyasal silah kullanacağından korkan bölgenin sivil hekimleri aylar önce yöreyi terk etmiş durumda. Bölgeye intikal eden askeri birliklerin hekimlerinden bazıları sivillere de sağlık hizmeti veriyor. Sonuçta Hipokrat’ın çocukları hastaya kimlik sormaz, sormamalı. Kapıdan ve derme çatma çatının altından sızan cılız ışık ve el feneri yardımı ile muayene ediyor küçük kız çocuğunu, yoksulluğun, kötü beslenmenin tüm işaretlerini taşıyor, pnömoni yani zatürre geçiriyor, tedavi edilmezse yaşama tutunması imkânsız, çantasındaki penisilin iğnelerinden birini çıkarıp yapıyor. Evden iki büklüm eğilerek çıkıyor, evin yüksekliği ancak göğüs hizasında. Ardından kız çocuğunun babası çıkıyor, “Allah razi be doktur beyim” diyor. “Senden de razı olsun” diyor genç hekim, gözleri verimsiz ve kıraç Cudi Dağı’na doğru uzanan ovaya takılıyor. Oysa iki saat önce dağın güney yamaçlarındaki bir Süryani köyündeydi. 20- 30 kilometre var yok arası. Süryani köyü bakımlı ve iki katlı evlerden oluşuyor, zemin katı ahır, üst katı düzgün temiz evler. Aynı toprakları paylaşan iki başka kültür, iki başka dünya. “İğneleri yapacak kimse var mı?” “Yoktur doktur beyim” diyor hasta çocuğun babası. “Bir hafta boyunca sabah akşam gelip iğnelerini yapacağım” diyor genç hekim. Kendisini bekleyen askeri araca ilerlerken gözü kendisine asker selamı veren 10- 11 yaşındaki erkek çocuğuna takılıyor, tabur komutanına bile vermediği kadar sert, çakı gibi bir selam veriyor çocuğa. Kısa bir diyalog geçiyor aralarında.
“Sen askerleri seviyor musun?”
“Cık, sevmem, abimi askerler vurdu dağda”
“Neden selam verdin o zaman”
Eliyle genç doktor asteğmenin belindeki tabancayı gösteriyor, “senin tabancan var”.
Hemen uzaklaşmak istiyor buralardan, Anadolu’nun dört bir yanında Doğu/Güneydoğu’dan gelen şehit cenazeleri ve annelerinin çığlıkları geliyor aklına, ama bir kez başladı sormaya, gidemiyor.
“Büyüyünce ne olmak istiyorsun?”
Ellerini tüfek şekline sokuyor, hayali düşmanlara ateş ediyor, “gerilla olacam, dağa çıkıp asker vuracam”
“Ben de askerim, beni de vuracak mısın, bak kardeşine iğne yaptım iyileşecek ”
“Ölmeyecek mi kardeşim?” Belli ki kardeşlerinin hastalıktan ölümüne alışık.
“Hayır, ölmeyecek, her gün gelip iğne yapacağım kardeşine”
Bunca duygu yükünü kaldıramıyor çocuk, usulca ağlamaya başlıyor, “Sen iyisin, seni vurmam, zaten ben büyüyünceye kadar sen gidersin buralardan…”
Nefret dili toplumun kodlarına ağır ağır işler, sonunda o toplumun temel özelliklerinden, hassasiyetlerinden biri olur. Türkiye’de bir şeyler oluyor, bu yüzden bir Yeni Türkiye türküsü çığırmaya başladık, uzun yıllar içinde temel yapımız yavaşça değişti, değişmeye devam ediyor. Toplumumuzun temel hamuru iki özelliğin kesişim noktası olarak belirleniyor: Türk olmak, Sünni olmak. Bu iki vasıftan bir hatta ikisini taşıdığını varsayan kişiler, aileler ve topluluklar başat bir ideolojik norm geliştirmeye başladılar. Bu yelpazenin dışında kalanlar hızla “öteki” oldular ve en tehlikelisi, ötekiler de güçlü oldukları toplumsal birimlerde kendilerini ötekileştirenleri ötekileştirdiler. Bu karşılıklı olarak “öteki” ilan etme hali nefret dilinin abecesi oluverdi. Kimse ötekini sevmiyor artık, hatta sevmemek hafif kalıyor, iğreniyor, aşağılıyor, nefret ediyor. Çocukluk yıllarımın bir tekerlemesi vardı, uzun yıllardır duymadım, İkinci Dünya Savaşı’nın siyasi tercihlerinin bir çocuk aryası şekline getirilmiş şekliydi. Birkaç değişik versiyonu da vardı, ana tema hepsinde aynı.
Bir, iki, üçler, yaşasın Türkler,
Dört, beş, altı, Polonya battı,
Yedi, sekiz, dokuz, Almanya domuz,
On, on bir, on iki, İngiltere tilki,
On üç, on dört, on beş, Rusya kalleş, Amerika kan kardeş.
Küçümseme ve aşağılama ile örülmüş nefret dilinin eski örneklerinden biri.
Çocukluk yıllarımda “Alevi” kelimesi içimi ürpertirdi, telaffuz etmeye bile korkardım, hele hele bir “mum söndü” deyimi vardı, ne olduğunu anlamaz, korkutucu ve ayıp çağrışımlar yapardı. Yıllar geçtikçe bu ürkütücü kelimelerin sadece sokaktaki çocukların bir hayal ürünü olmadığını, “mum söndü” denilerek Alevi topluluğuna karşı ensest ilişki çağrışımı, yakıştırması yapıldığını dehşetle gördüm. “Mum söndü” deyimi, uzun yıllar boyunca toplumsal bilinçaltımızın Alevi düşmanı bir nefret dilini yönetti, yönetmeye devam ediyor.
Nefret dilini besleyen yeni tekerleme ve aryalarımız da var, ilk duyduğumda neye uğradığımı şaşırmıştım, mutlaka sizler de okumuşsunuzdur:
Dağda üç beş domuz sürüsü,
Tutturmuş bir Kürdistan türküsü,
Eline almış bayrak diye bir masa örtüsü,
Satsan beş para etmez ne dirisi ne ölüsü,
Soyu soysuz olan sensin, toprak senin neyine,
İte itlik yapıp, kafa tutma beyine,
Anlasa dediğimi sokaktaki köpek ağlar haline,
Duy ulan soysuz, ne mutlu Türk’üm diyene.
Yukardaki tekerlemenin sadece PKK’ya ve teröre yönelik olmadığı açıkça görülüyor, hiç kuşkusuz toplumsal bilinçaltına yönelik bir algı yönetimi söz konusu. Öte yandan sosyal medyanın “Kürt bölgesini” biraz dolaştığınızda benzeri nefret dilinin sayısız örneğini görmek de olanaklı. Anlaşılan o ki nefret dili her iki toplumun da dil kodlarını yeniden üretiyor.
Nefret dilinin oluşmasındaki en temel nokta insanın nasıl tanımlandığında yatar, insanın tanımını kullandığı dile, derisinin rengine, dinine, alt ve üst kimliğine, cinsel tercihlerine, siyasal görüşlerine, tuttuğu takıma, giyim tarzına göre yapabilirsiniz. 19. Yüzyılda yeni gelişmeye başlayan Antropoloji ilimi kafatası biçimlerine göre insan tanımları geliştirmiş ve böylece zencilerin satılabilmesi, Uzakdoğulu sarı ırkın insanlık dışı koşullarda çalıştırılabilmesinin yasal zeminini hazırlanmıştır. Böylesi bir insan tanımının tek bir sonucu olabilir, tanımınız dışındaki herkes insan tanımının dışına çıkar ve ona her türlü insanlık dışı muameleyi yapabilmeniz için size ahlaki, vicdani ve hatta hukuki zemin hazırlar. Oysa insan olmanın tek bir tanımı vardır, insan olarak doğmak.
Günümüz dünyasında nefret dilinin acımasız bir şiddete dönüştüğü yer Ortadoğu. Üstelik ülkemizin mevcut iktidarı siyasal tercihlerini Ortadoğu’nun “güçlü ülkesi” olma doğrultusunda ve Ortadoğu bataklığına saplanma rotasında kullanmış durumda. Böyle bir tercihin sonuçlarını daha iyi anlamak için Ortadoğu’da nefret dilinin tarihi ve kültürel kodlarını tanımak zorunda olduğumuz kanaatindeyim. Önümüzdeki hafta bu yazının devamı niteliğinde “Ortadoğu’da Nefret Dili” başlıklı yazımı yayınlayacağım, okumak üzere sizi de bekliyorum.