ORTADOĞU’DA NEFRET DİLİ

“Dünyada yaşayanlar ikiye ayrılır,

Beyni olup dini olmayanlar,

Ve dini olup beyni olmayanlar.”

                                   Ebuula el-Maari

                                  Ortadoğulu Şair-   M.S 973- 1057

                               

Ortadoğu’nun nefret dilini anlamak için sosyal medyanın tutucu, cahil ve önyargılı ezberlerinden daha fazlasına gereksinimimiz var. İçinde barındırdığı kültürleri, tarihini, bilimini ve edebiyatını bilmeden, “bu Araplar hep böyle pis, cahil, tembel ve insan kafasıyla top oynamaya alışık bir toplumdur” diyerek söze başlayan çokbilmişliklerden ve önyargılardan kendimizi arındırmadan, Ortadoğu’yu anlamanın olanaklı olduğunu sanmıyorum.  Kısacık bir köşe yazısı ile Ortadoğu’yu anlatmak gibi bir becerim olduğunu sanmam, yine de ezberlerimizle yüzleşeceğimiz ve bu coğrafyayı saran nefret diline ışık tutacak bir Ortadoğu gezintisine çıkaracağım sizi, başlıyoruz.

Ortadoğu tek tanrılı dinlerin hemen tümüne beşik olmuş bir coğrafya, bu dinlerin üçü beşiklerine sığmayıp dünyaya yayılmış: Yahudilik, Hristiyanlık, Müslümanlık. İki noktadan çöllerden çıkmaya çalışmış Araplar. 7. ve 8. yüzyıllarda Anadolu’yu kat ederek Konstantinopolis’i fethetmeye çalışmışlar, art arda gelen başarısızlıklar ve Türklerin Anadolu’ya girmeleri ile son bulmuş bu girişimleri. İkinci çıkışlarında İber Yarımadası içlerine kadar girerek 8. Yüzyıldan 15. Yüzyıla kadar yaklaşık 800 yıl süreyle tutunmuşlar İspanya’da. Hem de ne tutunma: Bugün bile etkilerini sürdüren küçümsenmesi olanaksız bir uygarlık kurmuşlar Endülüs’te.

Dinlerin tarihini şiddetin ve nefretin tarihi ile birlikte yazmak hatalı olmaz kanımca. “Öldürmeyeceksin”  veya “tokadı yiyince öbür yanağını çevireceksin” mesajları da çok etkili olmamış denebilir. Dinlerin hiçbiri “benim tarihim ak…” diyebilecek durumda değil. Ama yarattıkları zalimliklerle yüzleşebildikleri ölçüde insanlığa yakışır hale gelme şansları olabilir.  Konumuz Ortadoğu olunca ta Hendek savaşına gidiyoruz. Yıl 627, Müslüman Medineliler ile henüz Müslüman olmayan Mekkeliler savaşıyor. Yahudi Kurayza kabilesi ise kaybeden Mekkelileri destekleme gafletinde bulunuyor. Savaştan sonra af dileyen ve teslim olan Yahudi topluluğunun tüm erkeklerinin kafaları kesiliyor, kadın ve çocuklar köle olarak satılıyor… Nefret dilinin baskın dil hale gelmesini engellemenin belki tek yolu, egemen kültürün kendisiyle yüzleşebilen, hesaplaşabilen ılıman bir barış sürecinden geçmesidir. Anlaşılan odur ki Ortadoğu coğrafyası bu şansı çok ender bulabilmiştir. 1400 yıl önce Kurayza kabilesinin yaşadıkları ile günümüz İsrail devleti ve Arap toplumunun birbirlerine yönelik geliştirdikleri nefret dili tam bir uyum içinde görünüyor.

Bir toplumun tıp alanındaki gelişmişliği ile insanı temel alan bilimsel ve kültürel gelişmişlik arasında yakın bir ilişki vardır.  9. ve 12. yüzyıllar arasında Ortadoğu’da kurulan hastanelerin aynı döneme ait Bizans ve Avrupa örneklerinden çok üstün olduğunu gösteren çok sayıda belgeye sahibiz. 12. Yüzyılda Haçlı Seferleri ile Ortadoğu’ya gelen hekimlerin veremli hastaları “başının içine iblis girmiş” diyerek kafataslarını açarak öldürdükleri kayıtlara geçmiştir. Arap tıbbı; Pers, Yahudi ve Hint geleneğinden gelen katkılarla, antikçağdan devraldığı bilgileri kaynaştırmış ve Batı tıbbına rehber olabilecek tıbbi metinler üretmiştir. 12. yüzyılda Şam’da kurulmuş olan Bimarhane bir hastane olduğu gibi dini bir merkezdir. Bünyesinde bulunan kütüphane ve tıp okulu ile benzerlerinin çok ötesindedir. Şam örneği temel alınarak Kahire’de kurulan el- Mensuri Hastanesi hem erkek hem de kadın hasta kabul etmektedir. Bağdat’taki Mustansıriye Medresesi hizmetindeki Bimarhane, tıbbın sonraki nesillere aktarılmasında önemli bir rol oynamıştır. Arap hastanelerinde hem ayakta hem de yatarak tedavi için hasta koğuşları bulunmaktadır. Akıl hastaları müzik ve ilaçla tedavi edilmektedir. Hastanelerin giderek yayılması son derece işlevsel mimari modellerin gelişmesini sağlar.  Arap tıbbı çok ünlü bilim insanlarına da sahip olmuştur: Bağdat’ta yaşayan ve hastaneler yöneten el- Razi (864- 925/930) tarafından yazılan, Arap tıbbının en önemli eserlerinden biri olan ve Latinceye çevrilen Kitabül- Mansuri çok uzun yıllar boyunca Batı tıbbının en önemli kaynaklarından biri olmuştur. Arap hekimlerinin en ünlüsü hiç kuşkusuz İbn-i Sina’dır. 11. yüzyılda yazdığı Tıp Kanunları Kitabı, 17. Yüzyıla dek Batı’da en önemli tıbbi kaynak olmayı sürdürür. Ancak ortaçağ Arap tıbbının çok önemli bir eksiği vardır: Anatomi bilgisi yok denecek kadar azdır. Çünkü dini öğreti kadavra üzerinde çalışmayı (diseksiyon) yasaklamıştır. Burada anlaşılması zor bir sorunsalla karşı karşıyayız. 9. ve 11. yüzyıllar arasında tıp ve bilim alanında Batı’dan yüzlerce yıl ileride olan Arap toplumu, nasıl olmuştur da Avrupa’nın asırlarca gerisine düşmüştür?

11. yüzyılın sonu, Papa’nın çağrısıyla harekete geçen Haçlılar Anadolu’ya akarlar. Malazgirt savaşı sonrası Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Selçuklular, Haçlılar karşısında ezilir. Uzun sarı saçlı ve güçlü zırhları içinde, Araplara bir savaş tanrısı gibi görünen Haçlılar Antakya kapılarına dayanmıştır, Ortadoğu’nun kapısına. Haçlılar Ortadoğu’ya ilerlerken, Suriye iki Türk kardeş hükümdarın düşmanlığı üzerine kurulu bir siyasi rejime sahiptir. Halep hükümdarı Rıdvan ile Şam hükümdarı Dukak. Birbirlerine duydukları kin, Haçlı tehdidini görmelerine engel olacak denli büyüktür. Bu iki düşman hükümdar arasında sıkışmış bulunan Antakya Emiri yine de karamsar değildir. Kuvvetli sur ve kulelere sahip Antakya’yı ele geçirmek kolay değildir. Ancak karaborsacılık yaptığı için Antakya Emiri tarafından para cezası verilmiş bir zırh yapımcısı içeriden kapıları açar. Ortadoğu, uzun sarı saçlı Hristiyan şövalyelerin zulmü ve getirdikleri yeni bir nefret dili ile tanışacaktır.

Maara kenti, 1098 yılına kadar barış ve refah içinde yaşayan bir Suriye kentidir. Maaralılar,  Türklerin ve Haçlıların bölgeye gelmesinden yıllar önce ölen kör şair Ebuula el- Maari’nin doğup yaşadığı kentin sakini olmakla övünmektedirler. El- Maari dini dogmaları eleştiren ve şu dizeleri yazan şairdir:

Dünyada yaşayanlar ikiye ayrılır,

Beyni olup dini olmayanlar,

Ve dini olup beyni olmayanlar.

Maara kenti Antakya’ya üç günlük yürüyüş mesafesindedir. Haçlılar Maara kentine de gelirler. Binlerce kişi kılıçtan geçirilir. Haçlıların tarih yazıcısı Raoul de Caen yandaşlarının yaptığı kıyımı şu cümlelerle anlatır:

“Maara’da bizimkiler yetişkin putataparları kazanlarda kaynatıyorlar, çocukları şişe geçiriyorlar ve kızartarak yiyorlardı.”

Ortadoğu’nun toplumsal bilinçaltını yüzlerce yıl boyunca yönetecek nefret tohumları ekilmiştir.

Arap kentleri birbiri ardı sıra Haçlıların eline düşerken yerel hükümdarlar kendi iktidarlarını korumanın peşine düşmüş, en küçük çıkarları için birbirlerinin kuyusunu kazan bir siyaset ve nefret dili öğrenmişlerdir. Musul, Halep ve Orta Suriye’yi ele geçiren Nureddin Zengi Şam’ı kuşatır ve Şamlıların moralini bozmak için küçük Baalbek kentine saldırır. Hisarı savunanlar hayatlarının bağışlanacağı güvencesini alarak teslim olurlar. Ancak Zengi otuz yedi savaşçıyı çarmıha gerdirir ve komutanlarının da canlı canlı derilerini yüzdürür.  Nureddin Zengi artık şu unvanları kullanmaktadır.

“Emir, komutan, büyük, adil, tanrının yardımcısı, zafer kazanan, emsalsiz, dinin desteği, İslam’ın kilit taşı, İslam’ın süsü, yaratıkların koruyucusu, hanedanın ortağı, milletin şanı, meliklerin şerefi, sultanların dayanağı, kâfirlere, asilere, imansızlara galip gelen, Müslüman ordularının başı, muzaffer melik, hükümdarların hükümdarı, liyakatlerin güneşi, Pehlivanı cihan…”

Nureddin Zengi, Arap toplumuna yüzyıllar boyunca egemen olacak, Saddam ve Humeyni’ye kadar uzanan, nefret dilinde konuşan bir hükümdar modeli olacaktır.

13. yüzyıl, Moğol Hanı Hülagü Bağdat önlerindedir. 1258 yılında Moğollar tarafından yakılıp yağmalanan Bağdat’ta tahminen doksan bin kişi katledilmiş, kütüphaneler, hastaneler, bilim merkezleri, rasathaneler tümüyle yıkılmıştır.  Uzmanlık alanlarına göre hastalıkların tedavi edildiği hastanelerin yıkıntıları, üzerinde mumların yakıldığı, sağına soluna çaputların bağlandığı, taşlarına yüz sürüldüğü ilk çağın ilkel tapınaklarına dönüşmüştür. Haçlı ve Moğol istilaları altında yıkılan ve yıkıntıların içinden doğrulmaya çalışırken kendini yenileme, eleştirme fırsatı bulamadan nefret diline bulanmış İslami yaşam ve toplum örgütlenmesi yüzyıllar süren bir karanlığa gömülmüştür.

Bölgesel bir coğrafyanın mimari yapısı ile şiddet, nefret kültürü arasında kayda değer bir ilişki olduğunu söylersem bir kaşınızı kaldırıp “yok artık” der misiniz? 18. yüzyıl Arap kentlerini inceleyen bazı oryantalistler bu kentlerin planlamasında bir karmaşa hatta anarşi olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddianın önemli sebepleri arasında mahalle içlerindeki çıkmaz sokakların çokluğudur. Tipik Arap kentleri bir büyük cami yakınında organize olmuş ve ticari, dini, kültürel bir merkezin çevresini saran mahallelerden oluşmaktadır. Mahalleler dini ve etnik grupları birbirinden ayırmaktadır. Örneğin Kudüs’te Müslüman, Latin, Hristiyan, Ermeni, Yahudi ve Mağribi mahalleleri vardır. Mahallelerin dışarıya açılan bir ya da iki kapıları bulunur ve bu kapılar akşamları kapatılır. Mahallenin sınırları çıkmaz sokağın sonundaki evlerle belirlenmiştir. Merkezdeki çarşı ise kültürler ve dinler arası bir diyaloga izin verecek şekilde organize olmuştur. Mahallelerde ise belli bir uzmanlaşması olmayan küçük çarşılar vardır. Hiç kuşkusuz sadece kentin dışından değil aynı zamanda kentin içinden gelebilecek saldırılara bir önlem olarak gelişen bu mimari yapının nefret diliyle paralel geliştiğini söylemek hiç de abartılı bir iddia olmayacaktır.

Bu yazımda tarihe küçük dokunuşlar yaparak Ortadoğu’yu pençesine alan nefret dilinin kaynaklarına yönelik bir resim oluşturmaya çalıştım. Ortadoğu’da şiddetin arttığı her tarihi dönemeçte, kendini yenilemesine izin verilmeyen tutucu, dogmatik, nefretin günlük yaşam dili haline dönüştüğü bir radikal İslam düşüncesi ve örgütlenmesi yükselişe geçmiştir. Özgür düşüncenin, yazılı eserlerin, bilim insanlarının ezilip yakıldığı, öldürüldüğü her saldırı sonrasında, hurafelerle bezenmiş kanlı bir Ortadoğu tarihi yazılmaktadır.

Ortadoğu üzerine yazacaklarımın hepsi bu değil, önümüzdeki hafta “20. Yüzyıldan Bu Yana Ortadoğu’da Nefret Dili” başlıklı yazımla aynı konuyu tartışmaya devam ediyorum. Bu kez Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını, Arap İsrail Savaşını, Filistin Kurtuluş Örgütünü, Müslüman Kardeşleri ve Ortadoğu’da neoliberal politikaları anlatacak ve Seyyid Kutub, Yaser Arafat, Saddam Hüseyin, Nasır, Enver Sedat, Saddam Hüseyin ve Humeyni’yi yanıma alarak çıkacağım karşınıza. Haftaya buradayım, sizi de beklerim…

Kaynaklar:

1-    Choueiri, Youssef. M, Ortadoğu Tarihi, İnkılap Kitapevi, 2011.

2-     Eco, Umberto, Ortaçağ, Alfa Basım Yayın Dağıtım, 2012

3-    Maalouf, Amin, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, Telos Yayıncılık, 1997.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s