Bir devlet iki kere ikinin beş ettiğine dair bir kanun çıkarmışsa, o devletin mahkemelerine matematikçileri tanık olarak çağırmak gereksizdir”
Thomas Huxley
Kıyafetini modası geçmiş bulabilirsiniz, yakışıklı olduğu da şüpheli ama karizması tartışılmaz. Omuzlarında sanki Dünya’nın bütün sorunlarını dert etmişliğin çökkünlüğü var. Solcuların seksenli yıllardaki “yorgun demokrat”lığı yerleşmiş yüzüne. Sisifos gibi kayayı dağın tepesine çıkarmış, ardından kayayla birlikte aşağı yuvarlanmışlığın bedbahtlığı akıyor üzerinden. Sol elinde zorlu bir müzik aleti tutuyor, ney, virtüözlüğün zirvesinde ama çalmaktan usanmış gibi arkasına saklamış. Bu kadim müzik aletini çobanın değneği gibi sallayacak handiyse. Günümüzün unutulmuş bir müzik aleti de sırtına asılı, nakkare… Düzenini kurup çalmaya başlasa, Tatyos Efendi’nin Uşşak makamında “Gamzedeyim deva bulmam/Garibim bir yuva bulmam” şarkısı köçek havası gibi duracak. Ayaklarının altında birkaç kaplumbağa geziniyor, duvar nişine gömülü pencereden sızan güneş ışığına yönelmişler. Adamımız bir kaplumbağa terbiyecisi, Osman Hamdi Bey’in bir asır önce hayallerinden akıp bir tuvale yerleşen Kaplumbağa Terbiyecisi.
Paul Broca 1848 yılı Fransa’sında Hür Düşünceler adı taşıyan bir cemiyet kurmuştu. O günlerde Darwin’in evrim düşüncesine sıcak bakan belki de tek kişiydi. “Ademin yozlaşmış bir oğlu olmaktansa değişim geçirmiş bir maymun olmayı tercih ederim” dediği iddia edilmiştir. Bu benzeri fikirleri yüzünden materyalistlik ve gençlerin ahlakını bozmakla itham ediliyordu. XIX. Yüzyıl ortalarının çok önemli bir antropolog, cerrah ve nöroloğuydu. Beynin anatomisi üzerine yaptığı çalışmalar onu beyin cerrahisinin büyükbabası yapmıştır. Paul Broca bir antropoloji cemiyeti kurmaya kalktığında Fransa’da yer yerinden oynar. İçişleri Bakanlığı’na göre antropoloji, insanlar hakkında engin bilgiler edinmeyi sağlayan bir bilim alanıydı ve “doğal olarak” devletin çok sıkı gözetimi altında olmalıydı. Broca ve on sekiz bilim adamına ilk antropoloji kongresi için izin verilmişti ama “topluma, dine, hükümete karşı” yapılacak konuşmalardan bizzat Broca’nın sorumlu tutulacağı tebliğ edilmişti. Bu şartlar altında Paris Antropoloji Cemiyeti ilk toplantısını 19 Mayıs 1859’da gerçekleştirdi. Nedir, tüm toplantılara bir sivil polisin katılması zorunlu tutulmuştu. Antropoloji kongresini izleyecek görevli polis, ahlak, din ve devletin kutsiyetine mugayir bir konuşma tespit ederse toplantı izni iptal edilecekti. Arkeoloji, mitoloji, fizyoloji, anatomi, tıp, psikoloji, dilbilim, tarih alanlarını içeren toplantılar başlamış, başına ne geldiğini anlamaya çalışan casus polis bir köşede oturmuş başını iki yana sallıyordu. Sonunda “kafayı yediği” sanılan polis memuru dışarıya çıkıp biraz yürüyüş yapmak istemiş ve Broca’ya kendisinin yokluğunda devleti tehdit edebilecek bir konuşma yapılıp yapılmayacağını sormuştu. Broca’nın cevabı bilim tarihine dip not düşecek kıvamdadır:
“Hayır, hayır dostum. Dışarı çıkmamalısın. Otur ve kazandığın parayı hak et.”
Paul Broca bir kaplumbağa terbiyecisiydi.
Karadeniz’in bir köyünden gelmişlerdi televizyon programına, dağınık bir köy, her evde bir büyük ailenin yaşadığı, iki ev arasının kilometrelerce uzak olduğu bir yayla köyü. Aile büyüğü 55 yaşında bir kadın; oğulları, gelinleri, torunları ile birlikte yaşıyor. Bir gün evinin biraz uzağında ölü bulunuyor. Aile fertleri önce intihar ettiğini sanıyorlar, çok üzülüyorlar, üzülmek az, yıkılıyorlar. İnançlarına göre sonsuza dek cehennem azabı çekecek anneleri. Kısa süre sonra annelerinin intihar etmeyip öldürüldüğü çıkıyor ortaya. Üstelik olasılıkla katil aileden biri ve cinayet sebebi de aile içi bir “yasak aşk” ilişkisi. Nedir, annelerinin intihar etmeyip de öldürülmüş olması aileyi inanılmaz bir sevince gark ediyor. Handiyse zil takıp oynayacaklar. Değil mi ama, anneleri sonsuz cehennem azabından kurtuldu. Günahı ne kadarsa o kadar yanacak, sonuçta sayılı gün çabuk geçer.
Annelerinin katilini bulmak için televizyon programına çıkan Karadenizli aile bir Türkiye fotoğrafı gibi görüntülenebilir. Annelerinin intihar etmeyip öldürüldüğüne sevinen ailenin, annelerinin ölümüne sebep olan aile içi “yasak aşk” ilişkisini, dedikodu ve yalan üreten fasit bir çark olarak algılaması dehşet vericidir. Bu durumu eğitimsizlik, cahillik, kültürsüzlük vb. kavramlar ile açıklamak ve onların siyasi tercihlerini “koyunluk” olarak değerlendirmek, kendini eğitimli sayan bir toplum kesiminin kolaycılığı ve avuntusundan ibarettir.
Bir yandan topluma ayar vermek için dini dogmaları kullanan siyasal İslam, diğer yandan da toplumun sosyal kontrol araçlarının ayarlarıyla oynandığı televizyon dizileri ve internetin marazi insan ilişkileri arasında sıkışıp kalmış 80 milyonluk bir ülkenin cinnete yaklaştığı bir çağ yaşadığımız konusunda hemfikir olduğumuzu sanıyorum. Ülkenin siyasal rejimini, sefaletini, onu bunu geçtim; bireyin dürtü denetiminin yitimi ve bu yitimi telafi edecek sosyal kontrol mekanizmalarının çöküşü başlı başına kültürel bir yıkım anlamına geliyor. Osman Hamdi Bey kaplumbağa terbiyecisini bir metafor olarak kullanırken, Osmanlı aydınının cahil toplumu eğitmekteki çaresizliğini anlatmaya çalıştığı varsayılmıştır. Ülkemiz aydını bir asır sonra aynı çıkmazda tıkanıp kalmıştır.
Kaplumbağaları terbiye etmek mümkün olabilir mi? Eğer terbiye etmekten kaplumbağalara insan davranışlarını, beklentilerini, emirlerini empoze etmek anlıyorsak, nitekim sadece bunu anlıyoruz; ister ney üfleyin isterseniz nakkare dımbırdatın, onların yaşam dinamiklerine dokunmamız mümkün olamayacaktır. Nietzsche’nin sözcüsü Zerdüşt, insanların kendisini duyacak kulakları olmadığını iddia ederken bir çeşit kaplumbağa terbiyeciliğine soyunmuştur. Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi elindeki müzik aletini çoban sopası gibi tutup kaplumbağaları izlerken bir ölüm uykusuna yatmıştır. Terbiyecinin daldığı gaflet uykusunda hayatın bütün kuralları kaplumbağaların istekleri doğrultusunda biçimlenmiştir. Kim mi yapmış, nasıl mı olmuş? Zor soru; büyük resmi detaylarıyla görebileceğiniz bir cevap bulmak için biraz çalışmak gerekiyor. Platon’dan başlamalı, İbni Haldun’u hıfz edip Kant’ı yalayıp yutmalı, Marks, Engels, Lenin, Troçki’yi belleyip Herbert Marcuse, Adorno, Althusser’i devirmeli. Semavi olan ve olmayan dinlerin kadim belgelerini “alıcı gözle” incelemeli. Yeter mi, yok canım, ne gezer; Homeros’un İlyada’sı, Binbir Gece Masalları, Boccacio’nun Decameron’u, Cervantes, Dostoyevski, Tolstoy, Puşkin, Şolohov, Victor Hugo, Gorki, Goethe, Yorgo Seferis, Yaşar Kemal, Sebahattin Ali, Yusuf Atılgan… Eh, insan ırkının niye kaplumbağa kültürü ile yaşamak zorunda kaldığını anlamaya hazır sayılırız.
Yaşadığımız düzen insanlara değil, kaplumbağalara göre biçilmiştir. Kanaatimce, günümüzde kaplumbağa terbiyecilerinin görev tanımı büyük bir değişime ihtiyaç göstermektedir. Bu değişimin önceliği kaplumbağaları eğitmek değil, kaplumbağalar için kurulan bu ucubik sistemi ters kepçe etmek ve kökünden söküp atmaktır. Ardından sınırları ve sınıfları olmayan, insanoğlu ile kaplumbağaların birbirini terbiye etmek zorunda kalmayacakları bir dünya kurmaya çalışmak, kaplumbağa terbiyecilerinin yeni görev tanımı olmalıdır. Unutmadan söylemeliyim, yazımın burasına kadar okuduysanız, hiç şüphesiz siz de benim gibi bir kaplumbağa terbiyecisisiniz.
Bütün bu yazıma hedef olmuş dört ayaklı sevimli kaplumbağa dostlarımı tenzih ediyorum, onlar benim canlarım…
KAYNAKLAR
1- Carl Sagan, Broca’nın Beyni, Say Yayınları, 2016.
2- Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Cem Yayınevi, 1999. (Çeviren: Turan Oflazoğlu)