Koronavirüs (COVID-19) yazı dizisi: 2. Bölüm[i].
Bu yazıda COVID-19’dan söz edilmeyecek olup, dünya tarihindeki salgın hastalıkların mantığının, ideolojisinin, hangi sosyal/kültürel enstrümanların harekete geçtiğinin anlaşılmasına yönelik tarihsel bir kesit sunulmuştur.
Giriş
İnsanoğlunun bakteri ve virüslere karşı direnç geliştirmesinin iki temel yolu vardır. İlki aşıdır, etkisi hızlı, koruyuculuk oranı yüksektir. İkinci yol ise doğal seçilim yolu ile gelişen genetik dirençtir. Kuşaklar ve kuşaklar boyu sürer. Oluşagelen bir salgın hastalığın 1000 kişiyi öldürdüğünü varsayalım, muhtemelen doğal bağışıklığı olan 10 kişi sağ kalır. Bu 10 kişinin aktarılan genetiği o virüse, bakteriye karşı bağışıktır. Yazması kolay geliyor ama bu süreç göründüğü kadar kolay ve hızlı olmaz. Bu direnç geliştirme süreci asırlar boyu devam ettiği gibi bazı bakteri ve virüsler zamanla insan vücudunun geliştirdiği antikorlara karşı yeni antijenler geliştirirler[ii].
Mikroorganizmalar ve tarih
Tarih boyunca meydana gelen büyük çaplı salgın hastalıklar, günümüzde tıbbi bir araştırma konusu olmaktan çok trajik sosyal patlamalara sebep olan biyolojik, sosyal, kültürel, ekonomik yıkımlara sebep olan morbid bir olgudur. Homo Sapiens toprağa bağlı yaşam sürmeye başlayıp sözüm ona tarım devrimi yaptığı 10-12 bin yıl önceden başlayarak, bakteri ve virüslerle savaşmak zorunda kalmıştır. İnsanoğlu kuşaklar boyunca virüslere karşı genetik direnç geliştirirken, virüsler de kendilerini yenileyerek saldırılarını sürdürmüşlerdir. Şöyle bir durup sakin kafayla düşündüğümüzde anlarız ki kazananı olamayacak bir savaştır bu.
Canlılar dünyasının sadece en zeki değil aynı zamanda en meraklısı da insan türüdür. Bir yandan yaşadığı kentleri büyütmüş, bilim ve teknolojiyi geliştirmiş, dev anıtlar yapmış ama bunlarla yetinmeyip ille de daha uzaklara gitmek istemiştir. Böyle olunca, asırlar boyunca geliştirdiği genetik direncinin işe yaramadığı bölgelere giderek hastalıkların çok geniş coğrafyalara yayılmasına sebep olmuştur. Kendisinin taşıdığı mikroorganizmalar gittiği yere, gittiği yerdeki virüs ve bakteriler ise geri dönebilirse kendi bölgesinde yayılmıştır. Çok kabaca ifade etmek gerekirse, nüfusun yoğun olduğu yerlerde yaşayanlar daha çok bulaşıcı hastalığa maruz kaldığından, daha çok genetik direnç geliştirmişler ve daha az nüfusa sahip bölgelere taşımışlardır hastalıkları.
Soykırım
Bulaşıcı hastalıkların yoğun nüfuslu bölgelerden daha seyrek nüfusa doğru akışının en dramatik örneği Amerika kıtasının keşfi sonrasında yaşanmıştır. Beyaz adamın Amerika kıtasına ulaşmasından sonra taşıdıkları tifüs, çiçek, kabakulak, kızamık, kolera vb. hastalıklar Maya, İnka ve Aztek imparatorluklarında yaşayan milyonlarca kişiyi, kıta nüfusunun %95’ni yok etmiştir. İşgalci Avrupalılar yerli halkların kendilerinin bağışık oldukları bazı hastalıklara karşı çok duyarlı olduklarını çabuk fark etmişler; örneğin çiçek hastalarının kullandığı battaniyeleri Kızılderililere vererek, virüs ve bakterileri biyolojik silah olarak kullanarak soykırım gerçekleştirmişlerdir[iii].
Kara ölüm
Yersinia pestis adını taşıyan, Latince ismi rattus rattus olan kara fareler tarafından taşınan bir bakteri, 14. Yüzyılda insanlık tarihinin en ağır pandemisine sebep olmuş ve hıyarcıklı veba Asya ve Avrupa’da yaşayan insanların yaklaşık yarısını öldürmüştür[iv]. 1347-1351 yılları arasında Avrupa’ya yayılan ve kara ölüm diye tanımlanan salgın, kıtanın siyasi, kültürel, sosyal yapısında büyük değişikliklere sebep olmuştur. Hastalığın kaynağının Asya kıtası olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır. Muhtemelen ilk çıkış yeri Çin’in güney bölgesi veya Hindistan’dır. Hastalığın Asya’dan Avrupa’ya yayılması konusunda farklı görüşler mevcuttur. Bu görüşlerin en bilineni veba mikrobunun ticaret gemileriyle taşınmış olmasıdır. Hastalık, Asya’dan Avrupa’ya getirilen kürklerle, gemideki farelerle veya hastalanan gemi tayfaları ve yolcularla gelmiş olabilir. Ama vebanın Avrupa’ya gelmesine yönelik iddialardan biri, hem o dönem içindeki şiddet dilini göstermesi hem de bu yazı dizisinin ilerleyen bölümlerinde konuşacağımız komplo teorileri ve biyolojik savaş başlıklarını kavramak için çarpıcıdır. Bu görüşe göre veba ilk olarak Çin`de ortaya çıkmış, Baykal gölü̈ ve Aşağı Volga civarında ilerlemiş ve 1345`de Kırım`daki Ceneviz kolonisini kuşatan Moğol orduları vebadan ölen askerleri mancınıklarla şehre fırlatmıştır. Ceneviz kolonisinden Kefe’ye gelen vebanın, 12 Ceneviz ticaret gemisiyle Sicilya’nın Messina limanına, oradan da tüm Avrupa’ya yayılmış olabileceği iddia edilmiştir. Bu görüş doğruysa virüs ve bakterilerin biyolojik silah olarak kullanımının erken örneklerinden biriyle karşı karşıya olduğumuz gibi Moğol ordu yöneticilerinin hastalığın bulaşıcı karakterine vakıf olduklarını anlıyoruz[v].
İnsanları kırıp geçiren büyük veba salgını Avrupa’da köklü değişikliklere sebep olmuştur. İnsanların vücutları pis kokulu irinlerle kaplanmış, çırpınarak ve acıyla gelen ölümleri toplumun moral değerlerini yıkmıştır. Halkın hastalığın nedeni konusundaki görüşü büyük oranda dinsel nedenlere dayanmaktaydı. Genel görüşe göre tanrı günahkâr insanları cezalandırmak için vebayı yeryüzüne göndermiştir. Dönemin aydınlarının vebanın nedenleri konusundaki görüşleri seküler olmakla beraber gerçeğe yaklaşmaktan çok uzaktır. Alman doğa filozofu Albert of Cologne, Paris konsilinde yaptığı açıklamada, vebanın 1345 yılında Mars, Satürn ve Jüpiter`in birleşmesinden kaynaklandığını ileri sürmüştür. Bazılarına göre dünyanın uydusu ayın hareketleri vebaya neden olmuştur. Volkanların vebayı tetiklediğini ileri sürenler de olmuştur. Avrupa`ya vebanın girdiği yerin Sicilya olması ve Etna yanardağının varlığı buna kanıt olarak gösterilmiştir.
Hastalığın tedavisi ve yayılmasının önlenmesi için Fransa Kralı VI. Philippe, Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin bir rapor hazırlamasını istemiştir. Tedavisini ve nedenini bilmeyen dönemin doktorları, hastalıktan korunmak için imkanı olanların şehir dışına çıkmalarını önermişlerdir. Şehir içinde kalanların da festival gibi etkinliklerden uzak durmalarını tavsiye etmişlerdir. Hastalıktan korunmak için bol miktarda sirke kullanılmasını, zerdeçal, karanfil, Hindistan cevizi, misk, amber vb. kokular koklanmasını, banyo yapmaktan ve cinsel ilişkiden kaçınılması önerilmiştir.

Şehir dışında evleri, malikaneleri bulunan zenginler kalabalık kentlerden kaçarak hastalığa yakalanmaktan kurtulmuşlardır. Kalabalık ve pis koşullarda yaşayan halkın vebadan korunma şansı olmamış, ölümler daha çok yoksullar arasında görülmüştür. Vebadan kaçarak şehir dışındaki villalarına sığınan zenginler, Dünya edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Giovanni Boccaccio’nun yazdığı Decameron adlı kitabın konusu olmuştur. Boccaccio kitabını 1348- 1351 yılları arasında yazmıştır, yani tam olarak veba salgınının sürdüğü dönemde. Floransa’da yaşayan 7 kadın 3 erkekten oluşan bir grup, şehir dışındaki bir malikaneye yerleşip herbiri 10 gün boyunca birer hikaye anlatmışlardır. Kitabın girişinde Boccaccio veba salgınının nasıl başlayıp geliştiğini anlatır. Dileyen okurlarım aşağıya eklediğim ek bölümde, Decameron kitabındaki veba ile ilgili bölümden aldığım küçük pasajı okuyabilirler.
Veba salgını sırasında toplumun moral değerlerinin çöküşü, bilgisizlik, cahillik ve dini taassupla el ele vererek nefret dilinin zirveye ulaştığı bir şiddet dalgasına sebep olmuştur. Kaldı ki günümüze kadar ve günümüzde de bu kötülük sarmalı, insanlık tarihinin her dönüm noktasında yeniden üremiştir. Salgının sürdüğü 1347- 1351 yılları arasında vebanın sebebi oldukları ileri sürülen Yahudiler ve Çingeneler kitlesel olarak katledilmiştir. Fanatik bir dini hareket tarafından başlatılan katliamlar, ticaret ilişkilerinin kilit noktasına yerleşen Yahudilerin ortadan kaldırılması için bir fırsat olarak görülmüştür. Katliamları gerçekleştirenlerin önde gelenleri fanatik Katolikler olmakla beraber bu hareketin önderliği ruhban sınıfı tarafından yapılmamıştır. Papa, Yahudi ve Çingenelerin katledilmesine başlangıçta sessiz kalmıştır. Oluşagelen kıyımı onaylamasa bile karşı da çıkmamıştır. Ancak yapılan katliamların kontrolden çıkmasından endişelenen papa VI. Clement, katliamların tanrının isteği olmadığını söylemiş ve Avrupa krallarına ve yönetim birimlerine mektuplar yazarak bu kıyımın durdurulmasını istemiştir. Katliamların durdurulması emri gelinceye kadar olan sürede, hastalığı taşıdığı ama kendilerinin hasta olmadığı rivayetleri bilinçli olarak yayılan yüzbinlerce Yahudi ve Çingene canlı canlı yakılarak, asılarak, kazığa geçirilerek vahşi bir şekilde öldürülmüşlerdir.
Ortaçağ tarihçisi Umberto Eco’nun o döneme ait bir iddiası da çok çarpıcıdır. Cadıların da hastalığa sebep olduğu, yaydıkları düşünüldüğü için onlarla ilişkili görülen kediler kitlesel olarak öldürülmüştür. Kedilerin ortadan kalkmasıyla fareler çok hızla çoğalmışlar ve hastalığın daha da yayılmasına sebep olunmuştur.
14 . yüzyılda yaşanan veba salgını bu konudaki tek örnek değildir. 14. yüzyıl öncesi ve sonrasında veba etkeni olan bakteri değişik varyasyonlar göstererek dünya çapında salgınlara sebep olmuş, milyonlarca can almıştır. Veba hastalığının yeryüzünden silinmesi, bilimsel tıbbın çabaları sonucu bulunan antibiyotiklerle mümkün olmuştur. Vebanın kökünün kazınmasında alternatif tıp, tamamlayıcı tıp vb. şarlatanlıkların en küçük bir yardımı bile olmamıştır.
İkinci bölümün sonu… Devam edecek.
Bu yazıda kullanılan kapak görselinin kaynağı Wikipedia’dır.
Dipnotlar
[i] Wuhan virüsü üzerine yazdığım yazı dizisinin birinci bölümünü okumak için tıklayınız: https://doganalpdemir.com/2020/02/04/wuhan-virusu/
[ii] Grip (influenza) virüsü bu geliştirme işini öyle başarıyla yapar ki yaptırdığımız grip aşısı bir yıl sonra işe yaramaz hale gelir. Çünkü grip virüsü o bir yıl içinde yeni antijenler geliştirir, bilim insanları da bu antijenini değiştiren virüs türüne karşı yeni aşı geliştirir.
[iii] Amerikan yerlilerinin Avrupa’ya ihraç ettikleri sanılan, şüphelenilen tek hastalık vardır: Frengi. Avrupa’da ilk kez 1495 yılında görülen Frengi hastalığı Amerika’dan dönen denizciler tarafından getirilmiş olabilir. Kim bilir, belki de Frengi hastalığının bir Aztek büyücüsünün laneti olduğu sanılmıştır.
[iv] Ölen kişi sayısı hakkında farklı görüşler olup 75-200 milyon arasındaki bir sayıda insanın öldüğü sanılmaktadır.
[v] Ülkemizde Moğolları “bizim oğlan” sayan hatırı sayılır çoklukta bir kitle var. Onlardan biri bu yazıyı okursa Moğolların mancınıkla vebalı askerleri attığının kesinlikle doğru olamayacağını, Moğolların kan dökücü olduklarına dair iddiaların Arap, Çin, Avrupa kaynaklı olduğunu yazacaklardır.
Boccaccio’nun Decameron kitabında, veba hastalığının anlatıldığı bölümden aldığım bir alıntıyı aşağıda sunuyorum. (Boccaccio- Decameron, Türkçesi: Rekin Teksoy, Oğlak yayınları, 11. baskı, 2016. Sayfa 25-26)
“Tanrının oğlunun insan kılığına girişinin bin üç yüz kırk sekizinci yılında İtalya’nın ünlü kentlerinin en soylusu Floransa’da, ölüm saçan bir veba salgını baş gösterdi. İster yıldızların etkisiyle ortaya çıkmış olsun, ister insanların işledikleri suçlar nedeniyle Tanrı tarafından gönderilmiş olsun, veba birkaç yıl önce doğu ülkelerinde görülmüş, çok sayıda can kaybına yol açmıştı.Daha sonra durmadan yayılarak Batı’ya ulaştı. Koruyucu önlemler etkisiz kaldı. Özel görevliler kentin çöplerini temizlediler. Hastaların kentten içeri girmeleri yasaklandı. Sağlık önlemleri arttırıldı. Ayinlerde bir kez değil, belki bin kez aman dilendi. Sofular Tanrı’ya yakardılar. Hiçbiri işe yaramadı. Sözünü ettiğim yılın baharının ilk günlerinde, amansız hastalık birden korkunç etkisini göstermeye başladı. Doğuda, hastanın burnundan kan gelmesi, ölümün kaçınılmazlığının belirtisi sayılıyordu. Bizde ise, salgının başlangıcında erkeklerde de, kadınlarda da. kasıkta, koltuk altlarında yumrular ortaya çıkıyordu; kimisi elma, kimisi yumurta büyüklüğüne ulaşıyor, kimisi daha iri, kimisi daha ufak oluyordu. Halk dilinde hıyarcık deniyordu bunlara. Önce ortaya çıktıkları yerden sonra ölüm tohumları ekmek için vücudun her yerine yayılıyorlardı. Daha sonra, hastalığın belirtisi kara ya da mor lekelere dönüşüyor, lekeler kollarda, bacaklarda, vücudun başka yerlerinde görülüyor, kimi kez iri, aralıklı, kimi kez küçük, yanyana oluyorlardı. Hıyarcığın kaçınılmaz bir ölüm belirtisi olması gibi, leke de taşıyıcı için aynı anlama geliyordu. İyileşme bir yana, biraz düzelme sağlayan hiçbir ilaç, hiçbir çare yoktu.”
Çok güzel. Merakla okuyorum.
BeğenLiked by 1 kişi
Günümüzde hızlı dönen yüzeysel soluk sosyal medya kültüründe canlı ve çarpıcı renkler katan yazılarınız için teşekkürler.
BeğenLiked by 1 kişi
Bilgilendirici yazılarınız için çok teşekkürler.
BeğenLiked by 1 kişi
Teşekkürler, devamını getireceğiniz yazılarınız birikti, kolay gelsin. Güzel yazın.
BeğenLiked by 1 kişi
Tesadüfen denk geldim iyiki gelmişim,bilgilendirme için teşekkür ederim.
BeğenLiked by 1 kişi
Bu hastalığı ekonomide dünya birincisi olma yolunda ilerleyen Çin’.i durdurmak için ABD’nin gönderdiği yolunda yorumlar var.Sizin bu konudaki görüşünüzü merak ediyorum. Bilgilendirmeleriniz için teşekkürler.
BeğenBeğen
Tıp sosyolojisi, tıp tarihi makalesi yazmışsın. Halk sağlığının alt disiplinlerinden birisi olan sosyal tıp ” dersi” gibi olmuş. Epidemiyolojik bakış tam da bu işte! Sürükleyici bir dil de eklenince epey etkileyici hale gelmiş. Ek kısımlar da ayrıca ilgi çekici. Emeğine saygı, sağlık.
BeğenLiked by 1 kişi
İlk mesleğim Çevre Sağlığı Teknisyenliği olduğundan birazcık aşina olduğum vebanın tarihi gelişimini ve ayrıntılarını da öğrenmiş oldum.Teşekkürler.
BeğenLiked by 1 kişi